24 Mart 2017 Cuma

Kadınların Ayakkabılardan Nedir Çektiği?????






Ayaklarımız, tüm organlarımız gibi çok değerli…..

Lakin onlara en çok haksızlık edip en az özeni gösteriyor, aldığımız kilolarla yüklerini artırıyor ve moda diye şık olduğunu düşünerek giydiğimiz dar ve garip şekillerdeki ayakkabılarla resmen işkence ediyoruz…..

Bazen yavaş, bazen koşuşturarak gün boyunca en az 3000-4000 civarında adım atıyoruz, yük üzerine yük bindirdiğimiz ayak parmaklarımız, bileklerimiz doğal olarak rahat­sız oluyor, ağrılar ve ortopedik deformitelerle tepki veriyorlar. Dizlerimiz ve sırtımız da bu eziyetten nasibini alıyor ve birçok tıbbi sorunla isyan ediyorlar. Ama nafile…...






Bu durum sadece günümüz için geçerli bir hak ihlali değil, yüzyıllardır huzur vermemişiz ayaklarımıza……

Küçük, zarif kadın ayağı ve şık bir ayakkabı her zaman cazibe odağı, güzellik göstergesi olmuş, takdir edilmiş, ilgi görmüş…..

Çinli lotus ayaklı kadınlardan külkedisine, balerinlerden günümüz stilettolu kadınlarına güzellik, çekicilik, statü, ahlak, zengin eş bulma çabası, sanat tutkusu gibi çeşitli nedenlerle ayaklara eziyet etme gerekliliği empoze edilmiş maalesef……
Çin’de 10. yüzyılın ikinci yarısından 1912 yılında yasaklanana dek, küçük kız çocuklarının yüzyıllarca işkencesi olmuş, korkunç bir gelenek “lotus ayak”…... 


Kız çocuklarının ayaklarının büyümesini engellemek için; altı yaşından itibaren ayak parmakları aşağı­ya doğru kıvrılıp (bazı kaynaklar da kırılıp yazıyor) ipekten sargılarla sımsıkı bağlanıyor ve demirden ayakkabı giydiriliyormuş. Sonuç olarak, ayakların şekli kalıcı olarak değişiyor ve 7,5 santimetre uzunluğunda lotus ayaklar oluşuyormuş. 

Özel ayakkabıları olmadan ayakta bile duramayıp düşen bu lotus kadınlar, deformiteli ayaklarıyla gezemedikleri, kaçamadıkları, çalışamadıklarından dolayı iffetin timsali ve yüksek toplumsal statülü olarak görüldükleri için kendilerini ayrıcalıklı hissediyorlarmış.

Kadının küçük ayaklısının makbul sayıldığı, yüceltildiği bu gelenek, güzellik ve estetiğin sembolü olmaktan ziyade ailelerindeki erkeklerin onların üzerlerinde kolayca baskı kurabilmeleri açısından olsa gerek dile kolay yaklaşık bin yıl sürdürülmüş. 1912 yılında ayak küçültme  (ayak bağlama - foot binding) uygulamasının yasaklanması ile kadınların ayak bağları çözülerek "unbinding women's feet" modernleşme başlamış…..


Küçük ayak tutkusu, Avrupa Edebiyatı'nda da yer bulmuş. Charles Perrault'un derlediği ve 1697 yılında yayımladığı Kaz Ana'nın Öyküleri  adlı kitabındaki halk masallarından biri olan Külkedisinde (Cendrillon) prens; Sindirella’nın rivayet o ki 34,5 numara, parlak cam (kristal?) ayakkabısının tekinden (daha doğrusu onu giyen küçücük, zarif ayağın hayalinden) çok etkilenip yollara düşmüş…..



Leonardo da Vinci “Ayak, 26 kemik (7 bilek kemiği, 5 tarak kemiği ve 14 parmak kemiği) 114 bağ ve 20 kastan oluşan bir sanat eseridir” demiş demesine amma velakin 1533 yılında Floransa'nın ünlü ailelerinden Medici’lerin ufak tefek olan kızı Catherine Medici’nin görkemli düğün töreninde gelinin ihtişamını artırmak amacıyla ona topuklu ayakkabı yapmış ve düğünde gelinin görünüşünden etkilenen birçok kadın hemen taklit etmiş ve yüksek topuklu ayakkabının serüveni böylece başlamış…...

  

Beyaz tütüleri, incecik bedenleri ve sahnedeki büyüleyici figürleriyle birçok kadının yerinde olmak istediği balerinler, çok acı çekerler aslında. Parmak ucunda dans edebilmenin bedeli olarak çoğu zaman su toplayıp patlamış, nasırlaşmış, kemik deformiteleri olan yaralı parmaklarını pointin içine sokup gülümseyerek sahneye çıkarlar.






Günümüzde ise daha şık, daha genç, çekici, zarif, feminen, havalı bir yürüyüşe sahip olmamızı sağlayan topuklu ayakkabılar, boyumuzu yükselttiği gibi özgüvenimizi de yükseltiyor.

Ancak yüksek topuklu, dar şekilli, yürümeyi zorlaştıran stilettolarla kadınların arasında kesinlikle garip bir ilişki var,  aşk ve nefret gibi…..

Markalı bir ayakkabı mağazasından çok beğenerek aldığımız ayakkabıyı uygun kıyafetlerle giyip çok şık ve havalı olduğumuzu düşünürken ayağımızda minik bir sızı hissediyoruz önce. İlle de giymeliyim tutkusunun esiri olarak daha önce başımıza geleni bildiğimiz halde belki bu sefer olmaz hayaliyle güne başlıyoruz ve hissettiğimiz sızı giderek büyüyor ve canımızı yakmaya başlıyor….

Aklımız sadece ayağımızın sızısında, acısında günün bir an önce bitmesi için dua ediyoruz. Yaptığımız hiçbir şeye konsantre olamıyor, yediğimiz yemekten ettiğimiz sohbetten asla ama asla keyif alamadan ızdırap içinde eve gidip ayakkabıları çıkararak ayaklarımızı özgürlüğüne kavuşturma hayaliyle yanıp tutuşuyoruz. Bir an geliyor ki artık tüm toplumsal kurallar önemini yitiriyor ve  ayakkabıları sırayla çıkararak “oooh dünya varmış” diye ayağımızın ıztırabını hafifletmeye çalışıyoruz, ayağımız   tekrar o cenderenin içine girmemek için ağlıyor, yalvarıyor adeta….. 
Ve niye bu işkence aletini aldım diye kendimize kızmaya küfretmeye başlıyoruz, tekrar söz veriyoruz bir daha rahat ve büyük ayakkabı alacağım diye. Ama biliyoruz ki bu söz, yeni bir çift delicesine şık ve baş döndürücü stilettoyu (işkence aletini) görene kadar geçerli olacak…..

Oysa Ortopedi ve travmatoloji uzmanları sağlık programlarında sürekli tekrarlıyorlar; topuklu ayakkabı giymek sadece ayaklarımızı değil, bel, sırt, bacak, omurga sağlığımızı da bozuyor diye.

Su toplaması, kesikler, nasırlar, hallux valgus gibi ayakları sivri uçlu ve dar ayakkabılara sıkıştırma sonucu ortaya çıkan şekil bozuklukları, topuk dikeni, diz ağrıları, varisler, bel fıtığı gibi sorunların yanı sıra   sivri burunlu ve sivri topuklu ayakkabıların burkulma, adale ve menisküs yırtıkları, bir yerlere takılarak düşme tipi kazalara yol açma ihtimali de çok yüksek üstelik…..
 







Yüksek topuklu ayakkabının azizliğine uğrayıp podyum, sahne veya kırmızı halıda kaza geçiren birçok manken, şarkıcı, film aktristinin düşme fotoğrafları her zaman basında geniş yer bulur....
  
Yıllarca topuklu ayakkabı sevdası yüzünden ayaklarından çok çeken Victoria Beckham bile New York moda haftasında kendi koleksiyonunun defilesinin sonunda podyuma spor ayakkabıyla çıkmış……









Topuklu ayakkabının gazabından nasibini alan kadın siyasetçiler de var hiç şüphesiz. Avustralya Başbakanı Julia Gillard, 17.10.2012 tarihinde Hindistan ziyareti sırasında topuklu ayakkabısının kurbanı olarak düşmüş.







Danimarka Başbakanı Helle Thorning-Schmidt,  12 Ocak 2015 tarihinde  Elysee Sarayı merdivenlerden indikten sonra yere kapaklanmış.







İngiltere’de Başbakanlığın bulunduğu Downing Street kaldırımlarında birçok kadın siyasetçi topuklu ayakkabı kazasına uğramış,  2012 yılında Theresa May’in pabucu kaldırıma takılıp ayağından çıkmış, Gabby Bertin, Hazel Blears ve en son  11 Ocak 2017 tarihinde kabine toplantısına  yetişmeye çalışan İçişleri Bakanı Amber Rudd, makam aracından inip Başbakanlık konutuna doğru yürürken ayakkabısının topuğu kaldırımın taşları arasına sıkışmış ve bahçe demirlerine tutunarak düşmekten kurtulmuş…..

 
 




Ayaklarımız ancak rahatsız ayakkabılardan kurtularak çimlerin ya da kumların üzerinde dolaşırken kendilerini çok özgür ve rahat hissediyorlar….

Son yıllarda rahat ve özgür hissedebilmek için bir numara büyük ve ortalama 5 cm yüksekliğinde kalın topuklu ayakkabılar giyiyorum ve günüm şahane geçiyor…..


Tabii ki benim de bir ayakkabı mağazasının vitrininde görüp büyülenircesine etkilenerek direkt satın aldığım ve gülü seven dikenine katlanır misali giyip dolaştığım stilettolarım var…..


20 Mart 2017 Pazartesi

Pazar Gecesi Uykusuzluğu

 




Oldum olası pazar gecesi uykuya dalamam bir türlü……
Kafamdakilerle, yorganla, yastıkla cebelleşir, bir o yana bir bu yana döner dururum.
Halbuki ertesi gün pazartesi, yeni hafta başlıyor…..  
Güne, haftaya taze, dinamik başlamak yakışırken ben her daim uykusuz başlıyorum, biyolojik ritmim bozuluyor, nedendir bilemedim….
Bu durumumun janjanlı adı, diurnal ritim bozukluğu mu, haftasonu jetlag’i mi yoksa pazartesi sendromuna hazırlık mıdır nedir?????
Aslında benim pazartesi ile bir alıp veremediğim yok, bütün sorun pazar gecesi uykusuzluğunda…….
 
 

15 Mart 2017 Çarşamba

Yine Mevsimler Dönecek……






Son günlerde ısınan havanın etkisiyle umutla baharı beklerken, hücrelerime kadar işleyen soğuk, gri ve melankolik bir Ankara sabahına gözlerimi açtım bugün......
Veee iyi hissedebilmek için çaba harcıyorum biraz......

Bir nebze katkısı olabilir hüsnü zannıyla sımsıcak bir fincan çay hazırlıyorum kendime,  müzik kutusundan bu melankolik havaya ve halet-i ruhiyeme iyi giden Yıldırım Gürses şarkılarından birini açıyorum usulca…..
Çayımdan bir yudum alıp gözlerimi tekrar kapatıyorum. O muhteşem tenor sesin büyüsünde zaman yolculuğuna çıkıyorum adeta…..




*Sürreal Fotoğraflar Oleg Oprisco'dan.....



3 Mart 2017 Cuma

“Neden Daha Özenli Olamadım” Düşüncesinin Vicdan Azabı, Huzursuzluğu, Kasveti…..




“Neden daha özenli olamadım” düşüncesinin vicdan azabı, huzursuzluğu, kasveti gibi karmakarışık duygu yumağını iki konuda yoğun hissettim her zaman. Yemeğin ölçüsünü kaçırdığımda ve yapmam gereken işi son dakikada yetiştirmeye çalışırken……

Sanırım ilk olarak orta okul yıllarımda tanıştım bu duygu yumağıyla….

Ergenliğe girmemle birlikte iştahım açılmış ve kilo almaya başlamıştım, güzel bir yemek gördüğümde önce kilo alma korkusu sarıyordu beni, bir an duraklıyordum sonra çevremdekilerim bir lokma ye ne olacak ki, tadına bak, sonra dikkat edersin, zaten kilonda ne varmış canım gazıyla yemeğin ölçüsünü kaçırınca gelsin bakalım “neden daha özenli olamadım” düşüncesinin vicdan azabı, huzursuzluğu, kasveti …..

Yine aynı yıllarda matematik, fizik, kimya sınavlarından iyi not alabilmek, sınıf geçebilmek ve en önemlisi de istediğim fakülteyi kazanabilmek için çok ders çalışmam gerekiyordu. Ama benim içimden ders çalışmak gelmezdi, canım çekmezdi hiç, ağır bir külçe gibi yerimden kıpırdayamazdım ve hep ötelerdim sonraya. Zaman çabucak geçiverirdi ve “neden daha özenli olamadım”  düşüncesinin vicdan azabı, huzursuzluğu, kasveti ile ödev teslimi ya da sınavdan bir gece önce sabaha kadar çalışırdım.

Ya ödevi yetiştiremezdim ya da sınava yeterince çalışamadan girerdim…..

Taaaa o günden bugüne geçen ömrüm boyunca hiç şüphesiz sorumluluk duygusu artmış bir yetişkin olarak yemek yeme konusunda kendimi hep dikkatli, temkinli olmak zorunda hissetsem de bazen yemeğin ölçüsünü kaçırdığımda, bazen son dakikada bir şeyleri yetiştirme telaşesi içerisindeyken o bildik duygu yumağı beynimde dans ediyor ve kendimi iyi hissetme duygumu incitiyor…..