22 Temmuz 2016 Cuma

15 Temmuz Travması ve Posttravmatik Stres Bozukluğu

 
 



İnsani duyguların yitirilip insan hayatının hiçe sayıldığı 15 temmuz gecesinin sonrasında, hayatın anlamını sorguluyoruz ve çoğumuz sağlığımızla ilgili pek çok sorun yaşıyoruz……
 
Yaşadığımız bu ruh haline tıp dilinde “Travma Sonrası Stres Bozukluğu” deniyor…..
 
Genel olarak uykusuzluk, kabus, olay anını tekrar yaşamak, sürekli hatırlamak, çarpıntı, terleme, kaygı, panik, uyuşukluk, isteksizlik, aşırı tedirginlik, konsantrasyon kaybı, aşırı sinirlilik vb hallerin yoğun olarak görülmesi veya kişinin normalinin dışında hissetmesi bulgularıyla seyredebiliyor…..
 
Bu bozukluk, herkes için KORKUTUCU olan ve kişinin fizik bütünlüğünü tehdit eden ya da ölüm tehlikesi oluşturan bir olaydan sonra gelişen bazı belirtiler olarak tanımlanabilir.
 
Bu tür olaylarla karşılaşan kişiler, aşırı KORKTUKLARINI, çaresizlik ya da dehşet duygusu yaşadıklarını, gelecekle ilgili aşırı kaygı duyduklarını belirtirler. Olayın şiddeti ve kişiye yakınlığı bu belirtilerin dozunu etkileyebilir….. 
 






Bu his pek yabancı gelmiyor bana, "déjà-vu" daha önce yaşamıştım durumu…..  

12 eylül öncesi üniversitenin ilk yıllarında mesela. Ailemden ilk defa ayrılmıştım….

Daha güvenli diye üniversitenin öğrenci yurdunda kalıyordum. Her gün kavga gürültü vardı, KORKUDAN geceleri dört kişi kaldığımız odamızın kapısına giysi dolaplarını dayayıp uyumaya çalışırdık. ....

Okulda sürekli bir yumruk havada bağırarak komut verme, boykotlar gibi nümayiş durumları, KORKUYLA saklandığım tuvaletten çıkarılıp zorla götürüldüğüm yürüyüşler ve en kısa zamanda yürüyüşten sıvışarak sokaklarda KORKMADAN dolaşmanın huzuru....
Üniversitenin öğrenci yurdunda sabaha karşı yapılan aramalar sırasında ise gündüz okulda, kampüste veya çarşıda elime zorla tutuşturulan adına bildiri denen kağıtları “elime tutuşturanın KORKUSUNDAN yere atamadığım için” kitaplarımın sayfa arasına tıkıp unuttum mu acaba KORKUSU…..

Günlerce süren boykotlar ve okulun kapalı kalması nedeniyle yaz aylarında yapılan dersler ve sınavlar…..
Yine böyle geç yapılan sınavların dönüşü, gece saat üç sularında yani “12 eylül sabahında” Bursa'da otobüsün aranmasında yaşadığım KORKU. Genellikle kimlik sorgulamalarında öğrenci kimliğimi göstermezdim KORKUDAN. Otobüsteki kimlik kontrolünde nüfus kağıdımı göstermiştim, fakat anatomi dersinden geçtiğim için tıpta okuyan bir arkadaşıma getirdiğim kemik torbası bagaj aramasında bulununca tıp öğrencisi olduğumu KORKUYLA açıklamak zorunda kalmıştım……
 

17 ağustos depreminde de  "bitti, buraya kadar" diye düşünerek KORKU ve panik dolu zamanlar yaşamıştık…...


 




Ve şimdi yine KORKU ve endişe içindeyiz……..
 
Ama bu bambaşka bir şey…….
 
Canım ülkemin başkentinde, on bir saat boyunca beyinlerimizin son hücresine kadar işleyen F16 uçaklarının,  patlayan bombaların, silahların sesleri yankılanıyor…….
 
Hafızamdaki canlılık hafiflemiyor asla…..
 
Sabaha erişememe korkusuyla yaşadığımız, sabah olduğunda ise en korkunç patlama sesiyle sarsıldığımız ve saatlerce süren çatışma sesleriyle ruhen ve bedenen şoklandığımız gece boyunca sığınak ile evdeki açık duran televizyon arasında mekik dokudum.
 
Merkezi ve güvenli konumu nedeniyle Cumhuriyetimiz kuruluşundan 16 gün önce "13 Ekim 1923 tarihinde" başkent olan Ankara’mızda  ve tüm Ülkemizde yaşanan bu felaketi; hafızamda bir an bile hafifletebilmem imkansız.
 
Sabah sesler kesildikten bir süre sonra dışarı çıkabildiğimizde, gördüğüm manzara inanılmazdı.
 
Beştepe’de bulunan sitemizin her tarafında tanklar vardı, yerlerde binlerce mermi kapsülü, 50 metre ötemizde patlayan bombaların yaptığı tahribat, öndeki bloğun içler acısı hali, yanmış araçlar….
 
Ne büyük bir felaketten döndüğümüz tüm gerçekliğiyle apaçık duruyordu her köşede.

Ruhum bedenimden çekilmişti adeta, ne kadar ağladığımı hatırlamıyorum……
 
Herkes sevdiklerini telefonla arayıp kontrol ediyor, whatsApp gruplarında yoklama yapıyordu…. 
 
Günlerdir hayat durdu, sadece televizyondan haberleri, duyuruları ve yorumları izliyoruz şaşkın bir haleti ruhiyeyle, kelimeler kifayetsiz, anlamlandırabilmek olanaksız.....
 
Vatanımızı ve canımızı emanet ettiğimiz, başımızın tacı, gururumuz şanlı ordumuzun “bazı personelince” 15 temmuz gecesi bizlere yaşatılan KORKULU saatler, ruh sağlığımızı alt üst etti, aklımızda onlarca soru var???????
 
Bir F 16 pilotu, kendi meclisini neden bombalar?
Bir helikopter pilotu, kendi kurumunu neden tarar?
Bir tank kullanıcısı, kendi vatandaşını neden ezer?
Bir grup devletin askeri, milletin iradesi ile seçilmiş liderini neden öldürmek ister?
Bütün bunları hangi akıl tutulması, hangi provakasyonla yapar? 
 
Şehit olan, yaralanan yüzlerce can, yıkık dökük binalar, bomboş alışveriş merkezleri……
 
Ve sadece kocaman yürekleri, ellerindeki bayraklarıyla yollara dökülen milyonların direnişi, milli iradenin galip gelmesi…… 
 
O gece şehit olan ve yaralanan vatandaşlarımızı asla ve asla unutmayacağız. Onlar Vatanımızın birlik ve beraberliği için, Ülkemizin huzur ve selameti için kendi canlarını hiçe saymışlardır.  Allah  cümlesinden razı olsun.....
 
Allah vatanımızı, milletimizi korusun, bizlere bir daha böyle felaket yaşatmasın.....
 

14 Temmuz 2016 Perşembe

Bu Dünyaya Sevmeye Geldik......

Candan Erçetin'in yazıp söylediği “Canı Sağolsun” şarkısının sözleri ile Aborjin atasözü anlam  açısından ne kadar çok örtüşüyor…..
 
Demek ki sevmek, dünyanın her köşesinde ve  birbirinden farklı koşullarda yaşayan insanın hamurunda, özünde var olan bir gerçek!
Kuşaktan kuşağa geçtikçe özüt azalıyor mu ne???????
 






 

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Nar Çiçeği Külahında Dut Dondurması






Ramazan bayramını annem ve kardeşlerimle geçirmek için geçen hafta İzmit’teydim.....
Ailemle hasret giderdikten sonra İzmit’e aylardır gelmemiş olmanın özlemiyle kendimi bir anda sokaklarda gezinirken buldum, ayaklarım beni çocukluğumun ve ergenlik yıllarımın geçtiği mahalleye götürdü, eski sokağımız, evimiz yerli yerinde duruyordu çok şükür…..
Eski demiryolu caddesinde yürürken önce yerlere dökülmüş ezilmiş dutları gördüm, üzüldüm ziyan oldukları için.  Yaklaşık elli metre sonra ise nar ağacını gördüm. Dalları çiçeklerle ve henüz küçük meyvelerle doluydu, muhteşem görünüyordu, bazı çiçekleri ise yere dökülmüştü. Hemen onları topladım yerden ve hayranlıkla okşadım yapraklarını....
Cadde üstü peş peşe yoluma çıkan bu iki güzel ağaç zaten İzmit sokaklarında nostaljik bir edayla dolaşan beni aldı tamamen çocukluğuma uçurdu......
 
 
 
 
 
Benim çocukluğumda dondurma çok kıymetliydi, öyle her bakkalda her mevsimde bulunmazdı. En önemlisi bademciklerimiz şişer korkusuyla ailemiz tarafından sık tüketmemize izin verilmezdi.....
Her zaman pozitif çözümler üretme meraklısı, hayalci ve dondurmayı çok seven bir çocuk olan ben tabii ki bir formül bulmuştum kendimi mutlu etmek için. Anneannemin bahçesindeki nar ağacından yere dökülen nar çiçeklerini külah yapıp hemen yanındaki dut ağaçlarından topladığım en güzel, en büyük ve rengarenk dutları içine özenle koyardım (tıpkı birinci fotoğrafta gördüğünüz gibi). 
Dondurma yiyormuş gibi dutları yerken, büyüyüp para kazandığım zaman istediğim kadar dondurma yiyebileceğim fantastik hayallerine dalardım.....
Zamanın yükü omuzlarımda, yaş almış ve yaşlanmakta olduğum bugünlerimde yine dondurmayı çoooook seviyorum ama  şimdi tersine bir fantastik hayal kuruyorum.....
Çocukluk günlerimde yaptığım gibi nar çiçeği külahında dut dondurması yemenin hayalini.......

1 Temmuz 2016 Cuma

Tıp ve Edebiyat Arasında Kurulan Köprü- Hiperkültüremi – Sanat Zehirlenmesi- Yüksek Sanata Maruz Kalma- Stendhal Sendromu - Floransa Sendromu






Upuzun başlıktaki bütün isimler, aynı durumu tanımlıyor aslında.....

Bir hekim olarak bu sendromu bilmiyordum, biraz okuyup araştırdım ve benzer bulguları daha önce bir çok kez yaşamış olduğumu hatırlayınca  daha çok ilgimi çekti....

Bazen gördüğümüz bir nesneye, manzaraya, duyduğumuz bir sese, müziğe, okuduğumuz bir kitaba, şiire öyle bir hayranlık duyarız ki nutkumuz tutulur, kelimelerle ifade edemeyiz, adeta bir huşuya erme durumudur yaşanan, nefes kesici, baş döndürücü, göz kamaştırıcı, büyüleyici, muhteşem ve muazzam gibi kelimeler yetersiz, kifayetsiz kalabilir.
Beğenmenin zirvesi, tarihin içinde kaybolma, zamansızlık hissi, aşırı güzellik/görkem/ihtişam karşısında heyecandan kendinden geçme, bayılma gibi tarif edilen bu aşırı duygulanma hali; tuhaf hastalıklar listesinde yer alan “Stendhal sendromu” olarak isimlendiriliyormuş.







Bu sendroma adını veren 19. yüzyılda yaşamış olan ve Stendhal mahlasını kullanan Fransız yazar Marie-Henri Beyle, 1817 yılında yaptığı Floransa ziyaretinde, Giotto'nun freskleriyle süslü Santa Croce Bazilikasını gördüğünde anlatılması güç bir duygu yoğunluğu hissettiğini, kalp çarpıntısı ve halsizlik hissi yaşadığını, oradan çıkar çıkmaz çimenlerin üzerine yığılacak kadar fenalaştığını, dakikalarca yattıktan sonra kendini toparlayabildiğini yazmıştır.

1979 yılına kadar sendrom bilimsel olarak tanımlanmamış, ancak İtalyan psikiyatr Graziella Magherini'nin, bazıları Santa Maria Nuova Hastanesine kaldırılacak kadar fenalaşan Floransa’ya gelen turistlerden 100'den fazlasını gözlemlemesi ve tasvir etmesinden sonra "Stendhal Sendromu" literatüre girmiştir.

Stendhal sendromu; kişinin tarihi eser, sanat eserleri, tablo, film veya doğada çok güzel yerler gördüğünde, özellikle görsel sanat eserlerine melodik sesler, ilahi, senfoni gibi işitsel uyarıcılar da eşlik ediyorsa hissettiği “zamanın ruhu ile karşılaşma” sonucunda beyninin adeta yeniden programlanma süreci geçirirken hızlı kalp atışı, baş dönmesi, baygınlık, şaşırma ve hatta halüsinasyonlarla verdiği reaksiyondur.
Günümüzde bu nedenle Roma ve Floransa'da turistlere yakın yerlerde ambulanslar bekletilmekteymiş......






Kişisel tarihimde yüksek sanata maruz kaldığım zaman yaşadığım benzer duygulanımları hatırlamaya çalıştım bir bir.....
Bu duygulanımı en yoğun yaşadığım yerlerden biri hiç şüphesiz ki, iki defa ziyaret etme şansı bulduğum Mimar Sinan’ın ustalık eseri Selimiye Camii.....
Camiinin ve külliyesinin görkemi, bahçesi, çevresindeki tüm detaylar bana hangi zamanda olduğumu unutturmuştu, camiinin içinde ve bahçesinde ne kadar süre kaldığımı hatırlamıyorum gerçekten.....






Yine aynı duygulanımı, 1999 yılı temmuz ayının çok sıcak bir gününde ziyaret ettiğim ve dipsiz bir empati duygusuyla, gözyaşları içinde dolaştığım Gelibolu yarımadasında yaşamıştım. Dolaştığım her yerde zamanın ruhu  ile yüzleşmiştim.

Topkapı sarayı ziyaretimde ise Bab-ı Hümayun’dan Bab-üs Selam’a giden ağaçlı yolda Fatih Sultan Mehmet’i devlet erkanı ile at üzerinde tahayyül etmiştim ya da zamanda yolculuk mu yapmıştım acaba????

Yıllarca uzaktan hayranlıkla seyrettiğim Kız Kulesine geçen yıl gitmiştim, merdivenlerini çıkıp balkonundan baktığım an rüyadayım sanmıştım.....






Louvre müzesinin girişinde 1989 yılında inşa edilen ve yazar Dan Brown’un Da Vinci Şifresi isimli romanında tarihi anlam yüklediği Cam Piramit’i görünce de kitap ve film gözümün önünden geçmişti....
Müzenin Denon kanadındaki, Leonardo da Vinci, Rembrandt, Rafael, Delacroix, Veronese gibi pek  çok  ünlü ressamın  gerçek eserlerinin bulunduğu “tablolar bölümü” ise çok göz kamaştırıcıydı.  

O ana kadar ki yaşamım boyunca ya kitaplarda gördüğüm ya da reprodüksiyonlarını seyrettiğim birbirinden ünlü yüzlerce tablo işte tam karşımdaydı, adeta dokunabileceğim kadar yakın mesafedeydi (Mona Lisa hariç).........
  
  



Paolo Veronese’nin, 1563 yılında yaptığı,  677x994 cm boyutlarındaki  “The Wedding at Cana” (Kana’nın Düğünü) tablosu şahaneydi.....

Tablo değildi sanki karşımdaki.  Antik dekorlu, göz kamaştıracak kadar canlı renkleri olan, görkemli ve devasa bir tiyatro sahnesiydi gördüğüm. En ünlü sultanların, kralların davetli olduğu bu düğün yemeğinde Osmanlı Sultanı Muhteşem Süleyman’ı görmek ise resmen nefes kesiciydi…..






Madrid'te Prado müzesinde sergilenen yüzlerce Goya tablosu, Velazquez'in 1656 tarihli Las Meninas (Nedimeler) tablosu, Trocadéro metrosundan çıkıp hemen sola dönünce gördüğüm Eiffel manzarası, Floransa’da sanat ve mimarinin harika eserleriyle dolu Signoria Meydanı ve Ponte Vecchio Köprüsü, Venedik Santa Lucia tren istasyonu çıkışında ansızın karşıma çıkan Büyük Kanal, çocukluğumdan beri bir çok filmde izlediğim Viyana Operasının sahnedeki sanatçıya çiçek atılan locaları ve başroldeki kızın kuyruklu tuvaletiyle koşarak indiği merdivenlerini gördüğüm o ilk anda şaşırıp kalmıştım....
Zaman durmuştu sanki......


 




Huşuya ermenin zirvesi olarak, en kısa zamanda Mekke'ye gidip Kabe'yi görmek istiyorum……

İşte öyle bir şey……