29 Ocak 2016 Cuma

Uzun Konuşanı Kısa Dinlemeli…..

 
 
 



"Konuşurken, dinleyende keşfetme zorluğunun verdiği zahmet ve meraka daima pay bırakmak, bu zevki onun elinden almamak lazımdır" demiş Peyami Safa….

Konuşmak ile konuşmayı bilmek arasındaki ince çizgiyi keşfetmek bazı insanlar için uzun yıllar alabiliyor, bazen de hiç keşfedemeden bu dünyadan göçüp gidenler bile oluyor. “Konuştuğu dinlenebilir kişi olmak” için çok düşünüp kararında konuşmayı bilmek ve daima diyalog içinde olmaya dikkat etmek çok önemli….

Lakin konuşmayı monolog, diğer insanları konuşma duvarı veya anlama özürlü zannedip çok ve gereksiz ayrıntılara takılarak uzun uzun konuşanlar yok mu, ne yapacağımı şaşırıyorum onları dinlerken……
 
 
 

 
 
 

Laf ishaline uğramışçasına konuştukça konuşası gelenlerde, kendini daha çok anlatma, açıklama yapma paniği var sanırım. Kibar davranıp veya zorunlu olarak tahammül gösterirseniz eğer susma ihtimalleri hiç yok…..

Benim maruz kaldıklarım genellikle iyi niyetli, temiz kalpli ve güzel insanlar....
Onları dinlemek zorunda kaldığım zaman, çocukluklarında pek söz hakkı tanınmamış mı desem hor görülmüşler mi desem kesinlikle bir travma yaşamışlar diye düşünmeden edemiyorum .… 

Bu arkadaşlar bayılttıklarının farkında olmadıkları gibi (ya da kasıtlı olarak bayıltmak isteyenler de olabilir arada) bir de konuşurlarken gözlerinin içine bakıp pür dikkat dinlenmeyi bekliyorlar….

Azıcık dikkatim dağılsa “beni dinlemiyorsun” diye sitem edip duygu sömürüsü (ajitasyon) yapıyorlar. Beynimi paralize ettikleri yetmiyormuşçasına  beden diliminde uygun olmasını istiyorlar. İşte  o an “imdaaaaaat gel beynimi ye” diyesim geliyor….
 

 
 
 
 
 
 

Şaka bir yana onları dinlerken adrenerjik sistemim resmen iflas ediyor, tansiyonum düşüyor, başım dönüyor, bayılacak gibi oluyorum.

Baktım olacak gibi değil, ben de ruh ve beden sağlığımı korumak için küçük manevralar geliştirdim zaman içinde…..

“Acilen çıkmam lazım”, “başım ağrıyor ağrı kesicisi olan var mı”, “özür dilerim tuvalete gitmek zorundayım”, “pardon patron arıyor telefona bakmam lazım” gibi….

Uzun lafın kısası; Farabi'ye sormuşlar, lafı uzatanlara ne yapmak lazım diye….
O da şöyle demiş;
 
"Uzun konuşanı kısa dinlemeli".

 
 

 

18 Ocak 2016 Pazartesi

Panik Yok, Stres Yok……

 



Algısı, sezgisi yüksek bir çocuktum …..
Annemi ve babamı üzenleri hemen hissederdim, onları yıllarca maddi manevi yıpratan akrabalarımızı hiçbir zaman sevmedim, hatalarını anladıkları için ya da pişkinliklerinden iletişim kurmaya çalışsalar bile yüzlerine bakmadım.....
Bu çeşit akrabalar evimize geldikleri zaman paniğe kapılırdım annem babam yine üzülecekler diye, ortamı değiştirmek için maymunluklar yapardım.  Babacığımın cenazesinde döktükleri timsah gözyaşlarını da yutmadım ve hiç birisini affetmedim…..   
Kavgayı hiç sevmedim hayatım boyunca. Yanımda yüksek sesle bile konuşulmasından hep rahatsız oldum. Kavga edip bir şey olmamış gibi devam eden yine kavga edip yine barışan, sarmaş dolaş olan insanları hep şaşkınlıkla izledim. Kavga etmenin sevgilerini beslediğini söyleyen mazoşistlerden hele hiç haz etmedim……  
 

 
 
 

O gün bugündür iş yerinde, arkadaş ortamında veya bayram seyranda akrabalarla bir araya geldiğimizde bir gerginlik hissettiğim zaman önceliğim çocukken yaptığım gibi yine ortamı yumuşatmaya çalışmak ve arabulucu rolünü üstlenmektir. Gayet güzel bir şekilde ortamı sakinleştirmeye ve çözüm bulmaya çalışırım. Hatta bazen insanları ikna edebilmek  için gereksiz yere uzun konuştuğum da olur….. 

Ama nafile bir çabadır bu, çünkü bazı insanlar umutsuz vakadır. Kötülerin kötü olmaktan zevk aldıklarını görmenin, düzelmeyeceklerini tecrübe etmenin kazandırdığı bir refleksle bu tür insanları hayatımdan çıkarırım bir süre sonra…..

Birisinin damarına basmak, laf sokuşturmak, üzüldüğü bir konuyu inadına açıp kurcalamak normal insanın yapacağı işler değil bence. Lakin bazı akrabalar, komşular, işyeri çalışanları, arkadaş zannedilenler fırsat kollar acıtmak, incitmek için, karşısındakinin çektiği sıkıntıdan, üzüntüden zevk alırcasına. Bazen zaten hoyrat ve kaba insan oldukları için bazen de bir şeylerin intikamını almak için…..

Yaş kemale erince artık akıntıya kürek çekmeyi bıraktım, belki kolaycılık yapıyorum ama kimse değişmiyor, iflah olmuyorsa niye kendimi yorayım, üzeyim, sıkayım ki…..

Beni kaybetmek istemeyen değer verir, dikkat eder, sesini yükseltmez, kibar olur….
Birisine değer veriyorsanız eğer onu incitmekten kaçınmak bir zorunluluktur, bilmeden incitip farkına varınca hemen düzeltmek gerekir.
 
Dün gece rahmetli babacığımı rüyamda gördüm. Hayırdır inşallah rahmet istedi babam dedim ve bu satırları yazdım……

Böyleyken böyle…..

 

 

12 Ocak 2016 Salı

İntikam Soğuk Yenen (Sunulan) Yemek Midir….

 
 




Orijinali  "la venganza es un plato que sabe mejor cuando se sirve frío" olan bu İspanyol atasözünü senelerce yanlış anlamışım meğerse…..
Tıpkı senelerce yanlış söylediğimiz şarkı sözlerinin doğrusunu öğrenince şaşırdığımız gibi çok şaşırdım. Neymiş, öğrenmenin yaşı olmazmış……

Ben  “soğuk yenen yemeğin” etli olduğunu zannederdim. Ve soğuk yenen etli yemeğin ağıza yapışan donmuş yağının rahatsız edici ve lezzetsiz zihinsel canlandırmasıyla intikamında kötü bir şey olduğunu düşünürdüm....

Meğerse soğuk yenen yemekten kastedilen, pişirme sıcaklığı ılınınca hatta buzdolabında soğuduktan sonra lezzeti daha çok artan zeytinyağlı yemekmiş……
Allahtan benimsemediğim için kullanma alışkanlığım yoktu da rezil olmamışım.....


(Entre Parenthèses: Bu arada ben zeytinyağlıları bile ılık yemeyi severim.)
 
 
 
 

 
 



Benim intikamla filan işim olmaz çünkü.. Beddua etmem, ah bile etmem, Allahtan tek isteğim, tek duam beni üzenden uzak olmaktır….

Zaten kötü ruhlu, zarar verici insanların yaptıkları bir şekilde "keskin sirke kabına zarar misali" kendilerine de zarar veriyor. İlerleyen zaman içinde duygularım körelip kayıtsız kaldığımda, konu gündemimden çekip gittiğinde bir bakarım o kişiye kötü birşey olmuş, korkarım, kendimi sorgularım acaba ah etmiş miydim diye….

İntikam almanın bir faydası olmadığını, intikam alınsa bile geçmişte çekilmiş olan sıkıntının yine çekilmiş olarak kalacağını, hayatta maçlar dışında hiç ama hiç bir şeyin rövanşının olmayacağını bilir ve söylerim her zaman…..

Bu nedenle bu atasözüne benim ilk yaptığım yorum daha çok yakışıyor....
 
 
 
 
 
 

 

7 Ocak 2016 Perşembe

PR Yapma Sanatı…..

 
 
 

 
 

Bi düşünün bakalım….

Bugüne kadar kimleri parlattınız/hala parlatıyorsunuz, kimler sizin sırtınızdan geçindi/geçiniyor, kimlere neler kaptırdınız/kaptırmaya devam ediyorsunuz, bir teşekkür edilmeden, “telif hakkı” niyetine “adınız bile anılmadan”  kimler sizi ezdi geçti diye bi düşünün…..

Siz deliler gibi çalışırken yanınızda dolanıp  fikirlerinizi çalan ve kendilerininmiş gibi satanlar, sadece janjanlı sözlerle “kimsenin anlamadığı ama anlıyormuş gibi yaptığı” bir şeyler anlatanlar, hiç çalışmadan, emek harcamadan proje üretiyormuş havalarına girenler siz takdir edilmeyi beklerken emeğinizi kapanlar oldu mu?

Hazırladığınız sunumların, raporların üzerine yatanlar oldu mu?

Üç, beş, on, ohoooooo hatırlayamayacağım kadar çok yahu diyorsanız eğer....

Geçin kocaman bir aynanın karşısına, aynadaki hayalinizle gözgöze gelin ve şu soruyu sorun kendinize…..
Neden böyle sömürülüyorum, niçin bu kadar salağım????


Sorun, sorun!!!!  Hiç yadırgamadan, kıvırmadan öyle “dümdük”….

Ardından bi soru daha sorun kendinize, ben niye hep bu tıynette, bu karakterde insanları kendime çekiyorum ve muhatap oluyorum diye…..

 


 
 
 
 
Fakat hiç şaşırmayın!!!!

Bu durumu size özel zannetmeyin. Tüm dünyada çok moda "trendy" ve acil yer kapmak isteyenler için çok gerekli bir durum…..
Çevrenizi bir gözlemleyin en sıradan, en vasıfsız işleri yapanlarda bile karşılaşabilirsiniz bu davranış biçimiyle…..

Takdir edilmek için sadece çalışkan, başarılı, iyi niyetli ve güler yüzlü olmak yetmiyor bu zamanda. Kalben, ruhen ve bedenen tüm enerjinizi harcayarak, en iyi işi siz yapıyor olsanız dahi bunu insanların gözüne gözüne sokmazsanız eğer kimsenin haberi de olmaz, ruhu da duymaz…..
 
İlla ki “stratejik davranış”, “nasıl daha fazla satarım tekniği", uyanık olma, yeni terminoloji ile "PR yapmak" gerekiyor kesinlikle….
PR'ın “Public Relations” kelime anlamı "halkla ilişkiler" oluyor amma günümüzde “Pazarlama ve Rekabet” demek oluyor kendileri….
İmaj yönetimi filan diyenler de var…..
 

 

5 Ocak 2016 Salı

Ziyaretçiniz Var, Müracaatta Bekleniyorsunuz......


 




Ankara'nın iki büyük kız öğrenci yurdu evimize çok yakın…..
Gün içinde en az iki defa önlerinden geçiyorum ve özellikle sabah işe giderken yurdun önündeki ışıklarda beklediğimiz zaman, itinayla hazırlanıp okula geç kalmamak için aceleyle koşuşturan genç kızları nostalji ile izliyorum.…..
Üniversite hayatının altı yılını da yurtlarda geçirmiş “kıdemli genç” olarak erken gençliğimi hatırlıyorum. Veeeee bir anda yurtta geçirdiğim günlerde buluyorum kendimi. (İyi ki arabayı ben kullanmıyorum)….
İlk dört yıl kaldığım yurtta odalar dört kişilikti, son iki yıl ise 16 kişilik, ranzalı ve her türlü kokunun karıştığı odalarda kalmıştım…..

Yurtta kaldığım ilk aylarda gözlemlediğim pek çok şey bana öylesine ilginç geliyordu ki…..
Çalışma odalarında sabahlara kadar ders çalışırdık, radyodan şarkı tutardık, odalarımızı kendimiz temizlerdik, şimdiki gibi çamaşır makinesi olmadığı için küçük leğenlerimizde ne kadar becerebilirsek! çamaşırlarımızı çitilerdik. Tatil dönüşü getirdiğimiz veya ailelerimizin şehirlerarası otobüsün bagajına vererek gönderdiği (kargo filan yoktu o zaman) koli dolusu  yiyecekleri gecenin ikisinde  ortaya serer hep birlikte yerdik.....

Farklı yörelerin yiyeceklerini merak ve iştahla tatma alışkanlığım o yıllardan beri hala devam ediyor….

Birbirinden farklı şehirlerde, farklı kültürlerle anne kuzusu olarak büyütülmüş bizlerin, aynı odada hergün en az 10-12 saati (yurda en son saat 20.00’de giriş yapmak zorundaydık), hafta sonları daha da uzun bir süreyi, aynı yaşam alanında geçirmek zorunda oluşumuz bazen eğlenceliydi ama genellikle oldukça zordu hatta kabus gibi olduğu anlar bile olurdu (düşünsenize ranzanızın üzerinde horul horul horlayan, kişisel hijyene dikkat etmediği için kokular yayan birisiyle uyuduğunuzu, hatta odada birden fazlasının olabileceğini ya da sürekli dolabınızın karıştırıldığını ve  bir şeylerin yürütüldüğünü).....

Genç hayatlarımıza paylaşma, etkileşme, tartışma, ayrışma, gözlemleme, yorum (bazen dedikodu) yapma, mesafe ayarı, gelişim, arkadaşlık gibi bir çok yeni değerler katılıyordu ….

Hafta sonları ayrı bir curcunaydı..... Sabah 08.00’dan itibaren kızların erkek arkadaşları yurdun girişindeki danışmaya (müracaat) gelirdi.  O zaman cep telefonu filan olmadığı için danışmadaki görevliye anons yaptırılırdı. Görevli önce kızın ismini söyler sonra "ziyaretçiniz var, müracaatta bekleniyorsunuz" derdi…..

Erkek arkadaşı olmayan kızlar ise haset ve kıskançlıkla anonsları sıkı bir şekilde takip ederlerdi. Kantine gitme bahanesiyle gelen kişi dikizlenir, hava soğuksa kantinin penceresinden hava güzelse bahçedeki kamelyadan ziyaretçi ve kızın davranışları tüm detaylarıyla izlenmeye devam edilirdi....
 
Gelen delikanlının yakışıklılık durumuna göre dakikalarca dedikodunun dibine vurulurdu sonra. Oğlan hangi üniversitede okuyor, nereli, daha önce kimlerle çıkmış, sonuç olarak yakışıklıysa “kız oğlana”, tipsizse “oğlan kıza” layık bulunmazdı......








Küçük bir yerleşim yerinden büyük şehire üniversite hayatına gelir gelmez kazanılmış özgürlüğün acelesiyle erkek arkadaş yapan kızlar, giyinip süslenme ve makyaj konusunda kantarın topuzunu kaçırır, yaşlarına uymayan bir abartıyla o zamanların film artistleri gibi giyinir, "femme fatale" olacak kadar şekil yaparlardı. Sevgilileri ile buluşup elele yurttan çıkarak hava atmak, sonradan kazanılmış özgür davranışların sembolüydü adeta…...

Siyasi bir gruba dahil olanlar, aseksüel bir giyim tarzını benimserlerdi. Parka, kot, bot, kareli gömlek, koyu renk tişört giyerlerdi, saçlar ya kısacık ya da arkadan sımsıkı toplanırdı. Feminen hiç bir iz bulunmazdı üzerlerinde…..

“İyi aile kızları” ise çok hanım hanımcık, 40 yaşında gibi giyinirlerdi. Bir kaç tane de çıtkırıldım çocuk gibi olan kızlar vardı yurtta, mızmız, nazlı, ürkek hani annesi çantasından ter bezi çıkarıp sırtına koyanlardan ......

Gençlik böyle bir süreç, her yeni şeyi deneme, deneyip yanılma, biraz maymun iştahlılık biraz da yakışanı arama nedeniyle sık sık tarz değiştirme ve kendine yakışanı, kendi hissettiklerini en iyi yansıtanı bulmaya çalışma süreci…..

Bugünün gençlerini buz gibi soğuk kış günlerinde, kocaman yırtıkları olan pantolonları ve ayakkabı içi minnacık soketleriyle “adeta çorapsız” çıplak ayaklarla görünce içimiz üşüyor…..

Lütfen kendi gençlik günlerimizi hatırlayalım ve aidiyet duygusunun en çok ihtiyaç hissedildiği bu dönemlerinde gençlerin giyimlerine “bu ne biçim şey, neyin modası böyle” gibi iğneleyici sözlerle yaklaşmayalım birazcık anlayışlı olalım…….