1 Temmuz 2016 Cuma

Tıp ve Edebiyat Arasında Kurulan Köprü- Hiperkültüremi – Sanat Zehirlenmesi- Yüksek Sanata Maruz Kalma- Stendhal Sendromu - Floransa Sendromu






Upuzun başlıktaki bütün isimler, aynı durumu tanımlıyor aslında.....

Bir hekim olarak bu sendromu bilmiyordum, biraz okuyup araştırdım ve benzer bulguları daha önce bir çok kez yaşamış olduğumu hatırlayınca  daha çok ilgimi çekti....

Bazen gördüğümüz bir nesneye, manzaraya, duyduğumuz bir sese, müziğe, okuduğumuz bir kitaba, şiire öyle bir hayranlık duyarız ki nutkumuz tutulur, kelimelerle ifade edemeyiz, adeta bir huşuya erme durumudur yaşanan, nefes kesici, baş döndürücü, göz kamaştırıcı, büyüleyici, muhteşem ve muazzam gibi kelimeler yetersiz, kifayetsiz kalabilir.
Beğenmenin zirvesi, tarihin içinde kaybolma, zamansızlık hissi, aşırı güzellik/görkem/ihtişam karşısında heyecandan kendinden geçme, bayılma gibi tarif edilen bu aşırı duygulanma hali; tuhaf hastalıklar listesinde yer alan “Stendhal sendromu” olarak isimlendiriliyormuş.







Bu sendroma adını veren 19. yüzyılda yaşamış olan ve Stendhal mahlasını kullanan Fransız yazar Marie-Henri Beyle, 1817 yılında yaptığı Floransa ziyaretinde, Giotto'nun freskleriyle süslü Santa Croce Bazilikasını gördüğünde anlatılması güç bir duygu yoğunluğu hissettiğini, kalp çarpıntısı ve halsizlik hissi yaşadığını, oradan çıkar çıkmaz çimenlerin üzerine yığılacak kadar fenalaştığını, dakikalarca yattıktan sonra kendini toparlayabildiğini yazmıştır.

1979 yılına kadar sendrom bilimsel olarak tanımlanmamış, ancak İtalyan psikiyatr Graziella Magherini'nin, bazıları Santa Maria Nuova Hastanesine kaldırılacak kadar fenalaşan Floransa’ya gelen turistlerden 100'den fazlasını gözlemlemesi ve tasvir etmesinden sonra "Stendhal Sendromu" literatüre girmiştir.

Stendhal sendromu; kişinin tarihi eser, sanat eserleri, tablo, film veya doğada çok güzel yerler gördüğünde, özellikle görsel sanat eserlerine melodik sesler, ilahi, senfoni gibi işitsel uyarıcılar da eşlik ediyorsa hissettiği “zamanın ruhu ile karşılaşma” sonucunda beyninin adeta yeniden programlanma süreci geçirirken hızlı kalp atışı, baş dönmesi, baygınlık, şaşırma ve hatta halüsinasyonlarla verdiği reaksiyondur.
Günümüzde bu nedenle Roma ve Floransa'da turistlere yakın yerlerde ambulanslar bekletilmekteymiş......






Kişisel tarihimde yüksek sanata maruz kaldığım zaman yaşadığım benzer duygulanımları hatırlamaya çalıştım bir bir.....
Bu duygulanımı en yoğun yaşadığım yerlerden biri hiç şüphesiz ki, iki defa ziyaret etme şansı bulduğum Mimar Sinan’ın ustalık eseri Selimiye Camii.....
Camiinin ve külliyesinin görkemi, bahçesi, çevresindeki tüm detaylar bana hangi zamanda olduğumu unutturmuştu, camiinin içinde ve bahçesinde ne kadar süre kaldığımı hatırlamıyorum gerçekten.....






Yine aynı duygulanımı, 1999 yılı temmuz ayının çok sıcak bir gününde ziyaret ettiğim ve dipsiz bir empati duygusuyla, gözyaşları içinde dolaştığım Gelibolu yarımadasında yaşamıştım. Dolaştığım her yerde zamanın ruhu  ile yüzleşmiştim.

Topkapı sarayı ziyaretimde ise Bab-ı Hümayun’dan Bab-üs Selam’a giden ağaçlı yolda Fatih Sultan Mehmet’i devlet erkanı ile at üzerinde tahayyül etmiştim ya da zamanda yolculuk mu yapmıştım acaba????

Yıllarca uzaktan hayranlıkla seyrettiğim Kız Kulesine geçen yıl gitmiştim, merdivenlerini çıkıp balkonundan baktığım an rüyadayım sanmıştım.....






Louvre müzesinin girişinde 1989 yılında inşa edilen ve yazar Dan Brown’un Da Vinci Şifresi isimli romanında tarihi anlam yüklediği Cam Piramit’i görünce de kitap ve film gözümün önünden geçmişti....
Müzenin Denon kanadındaki, Leonardo da Vinci, Rembrandt, Rafael, Delacroix, Veronese gibi pek  çok  ünlü ressamın  gerçek eserlerinin bulunduğu “tablolar bölümü” ise çok göz kamaştırıcıydı.  

O ana kadar ki yaşamım boyunca ya kitaplarda gördüğüm ya da reprodüksiyonlarını seyrettiğim birbirinden ünlü yüzlerce tablo işte tam karşımdaydı, adeta dokunabileceğim kadar yakın mesafedeydi (Mona Lisa hariç).........
  
  



Paolo Veronese’nin, 1563 yılında yaptığı,  677x994 cm boyutlarındaki  “The Wedding at Cana” (Kana’nın Düğünü) tablosu şahaneydi.....

Tablo değildi sanki karşımdaki.  Antik dekorlu, göz kamaştıracak kadar canlı renkleri olan, görkemli ve devasa bir tiyatro sahnesiydi gördüğüm. En ünlü sultanların, kralların davetli olduğu bu düğün yemeğinde Osmanlı Sultanı Muhteşem Süleyman’ı görmek ise resmen nefes kesiciydi…..






Madrid'te Prado müzesinde sergilenen yüzlerce Goya tablosu, Velazquez'in 1656 tarihli Las Meninas (Nedimeler) tablosu, Trocadéro metrosundan çıkıp hemen sola dönünce gördüğüm Eiffel manzarası, Floransa’da sanat ve mimarinin harika eserleriyle dolu Signoria Meydanı ve Ponte Vecchio Köprüsü, Venedik Santa Lucia tren istasyonu çıkışında ansızın karşıma çıkan Büyük Kanal, çocukluğumdan beri bir çok filmde izlediğim Viyana Operasının sahnedeki sanatçıya çiçek atılan locaları ve başroldeki kızın kuyruklu tuvaletiyle koşarak indiği merdivenlerini gördüğüm o ilk anda şaşırıp kalmıştım....
Zaman durmuştu sanki......


 




Huşuya ermenin zirvesi olarak, en kısa zamanda Mekke'ye gidip Kabe'yi görmek istiyorum……

İşte öyle bir şey……


4 yorum:

  1. Sanat, ruhlarımızdan günlük hayatın tozunu alıp götürüverir P.PICASSO

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok doğru söylemiş Picasso hatta eksik söylemiş, tozunu aldıktan sonra bir de parlatıyor......

      Sil
  2. “Stendhal sendromu” mu? Benim bünye bu sendroma o kadar meyyaldir ki anlatamam. Misal, bu sabah yürürken, taşı delip çıkan bir çiçeğe denk geldim. O kadar kendimden geçtim ki duvara tutunmasam az kaldı kapaklanıp yere düşecektim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ohoooo ben daha beterim Hayal Kahvem......
      Bina, resim, müzik, gece yıldızlar, ağaçlar, çiçekler, çocuklar derken şimdi yolda karşıma çıkan kedi, köpek, kuş ne varsa dikkatle ve hayranlıkla izliyorum......
      Rabbim ne güzel yaratmış, neler neler yaratmış diye.....

      Sil

.