Anneannem evinin direği, elinden her iş gelen,
dünyalar güzeli abhaz (abaza/apsuva) bir hanımefendiydi. Nüfus kağıdında
abhazca ismi "Aldızye" yazıyordu, ama Türkçe'de Yıldız hanıma
dönüşmüştü. Aldızye'nin anlamını çok araştırmama rağmen bulamadım maalesef.
Hatırlayabildiğim en erken çocukluk anılarımda, Türkçe'yi çat pat konuştuğu ve
annemle sürekli abhazca konuştukları için babamın "lütfen çocukların
yanında Türkçe konuş anne" diye anneanneme hatırlatma yaptığı var.
Sonraki yıllarda o biraz Türkçe'sini ilerletti, bende
biraz abhazca öğrendim. Yarı Türkçe yarı Abhazca bir çok konuda saatlerce
sohbet ederdik. Konuları öyle güzel teatral bir şekilde anlatırdı ki herşey
gözümde canlanırdı ve ben anneannemin anılarını dinlemeyi çok severdim. Kendi
genç kızlık anıları, ailesi, eskiden ne kadar zengin oldukları, kendi
ailesindeki ve yine bir abhaz beyefendisi olan dedemin ailesindeki enteresan
evlilikler, abhaz kültürünü ve bu kültürde mevcut olan asalet sınıflamalarını o
kadar güzel anlatırdı ki bugün bile en küçük detaylarıyla hatırlıyorum.
Anneanneciğim abhaz/abaza kültüründe yadırganmayan bir
davranış olarak dedemle kaçarak evlenmişti ve bugüne kadar tanıdığım hiç
kimselerde görmediğim kadar beyefendi, uyumlu, sakin ve melek gibi bir insan
olan dedeciğimle mutlu mesut yaşadılar senelerce. Dedeciğim çok ince düşünceli
adeta evliya gibi bir insandı, hiç kimsecikleri kırdığını, sesini yükselttiğini
görmedim, duymadım. Annemi ve biz torunlarını çok severdi, en güzel yemekleri
bizler için hazırlatırdı. Evlerinden misafir eksik olmazdı, kocaman sofralar
kurulurdu. Sevgi dolu kalbi ve yemek yedirme bonkörlüğü sadece insanlarla
sınırlı değildi, hatırladığım naif bir
davranış olarak ağaçların üst dallarındaki meyvaları asla toplamazdı, en güzel
meyveleri "kuşların hakkı" diye bırakırdı hep.
O yıllara göre asla kazak erkek davranışları yoktu,
hep anneannemi destekleyen ve hayatı her şeyiyle paylaşan bir insandı. Böyle
iyi bir eşi olduğu için mi anneanneciğim dominant olmuş yoksa anneannem
dominant olduğu için mi dedeciğim bu kadar uyumlu olmuş bunu bilemiyorum. Ama
çok iyi anlaşırlardı.
* *
* * *
Okullar tatil olupta yaz tatili başladığında annem ve
kardeşlerimle yaşadığımız şehire 60 km mesafedeki anneannemin köyüne giderdik
ve bütün yaz tatili boyunca aylarca kalırdık. Anneannemin evini ve köy hayatını
bugün özlemle anıyorum, çok güzel günlerdi o günler. Mis gibi köy havası,
yemyeşil ağaçlarla kaplı bahçeler, her çeşit sebze ve meyva ve çeşit çeşit
çiçekler. İçinden Sakarya nehrinin şırıl şırıl bir deresi geçen filmlerdeki
İsviçre’nin köylerinden bile daha güzel bir köy. Anneannemin evine gitmek bizim
için tatil, eğlence ve özgürlük demekti. Anneannemin evi önceleri iki katlı
ahşap bir evdi, daha sonra o ev depremde yıkılınca yanına yine iki katlı
betonarme bir köy evi yapılmıştı. Ahşap ev merdiven çıkarken gıcırdardı ve üst
kattaki küçük balkona çıkmamız annem tarafından tehlikeli bulunduğu için
yasaktı. O yıllarda köye henüz elektrik gelmemişti, akşam olmadan annem veya anneannem gaz lambasının fanusunun isini
gazeteyle siler ve parlatırdı. Gece dedeciğim bizi oyalamak için gölge oyunu
yapar ve masallar anlatırdı, bildiği masallar bitip biz hala uyumamışsak yeni masallar uydururdu.
Sonraki yıllarda "lüküs lambası" köyde
gecelerimizi aydınlatmıştı. Daha gūçlü ve beyaz bir ışığı vardı, piknik tüpün
üzerindeki fanus gibi bir alete küçük beyaz kese takılırdı ve bu beyaz kese
yanınca kırılırdı sanırım bu yüzden sık sık değiştirilirdi. Nihayet köye
elektrik getirme çalışmaları başladı bir yaz tatilimizde. Önce keresteden
direkler dikildi belirli aralıklarla, sonra teller çekildi ve ardından evler
elektrikle aydınlanmaya başladı. Bu müthiş bir şeydi, anneannemin evine
elektrik gelmişti artık.
* * *
* *
Çocukluk anılarımdan hatırladığım en eğlenceli şey
tulumba. Anneannemin evinin önünde, kocaman dut ağacının altında duran kırmızı
tulumba. Suyu önceleri bu tulumbadan çekerek kovalarla eve taşırdık, en zoru
mutfakta bulaşık yıkamaktı. Köye elektriğin gelmesinden önce veya sonra tam
hatırlayamadım, su boruları döşendi ve evin içinde musluklardan su akmaya
başladı. Artık bulaşık yıkamak çok kolaylaşmıştı, bol bol suyla bardakları
gıcırdata gıcırdata yıkayabiliyorduk artık. Şimdiki teknoloji ile o günleri
kıyaslamak mümkün değil. Bugün değil genç insanların, benim bile anlamakta
güçlük çektiğim teknoloji olmadan ev işleri nasıl yorucuydu kimbilir. Ne
çamaşır makinesi, ne bulaşık makinesi, ne de elektrik süpürgesi vardı ama
anneanneciğimin evi nasıl tertemiz ve düzenliydi anlatamam. Tertemiz mutfağı,
kolalı dantelli örtüleri, bembeyaz mis kokulu çarşafları, elle kaplanmış
rengarenk saten yüzlü yün yorganları ve yastıkları vardı.
Anneanneciğim ve dedeciğim fasulye, günebakan,
domates, biber, mısır daha bir çok şeyi ekerlerdi bereketli Sakarya topraklarındaki
tarlalarına. Bahçemizde her çeşit meyva ağacı vardı, dut, erik çeşitleri
(ekşi, tatlı yeşil, kırmızı, mürdüm), nar, elma, ayva, vişne, beyaz incir,
siyah incir, muşmula, fındık, ceviz, şeftali, kayısı ağaçlarını hatırlıyorum.
Her bir meyvayı dalından koparıp yemek harika bir duyguydu. O yıllarda dondurma
az bulunduğu için nar çiçeğini külah yapıp içine dut koyarak dondurmaya
benzetirdim. Fındık toplarken içindeki çatal kuyruklu böcek kulağımıza kaçacak
diye korkardık. İncir ağacına kolaylıkla tırmanırdım ve ağacın üst dallarında
düz ve kalın bir dalda hem incir yerdim hem de uzanıp kitap okur ve hayaller
kurardım saatlerce. Her meyva ağacının ayrı bir zamanı, ayrı bir anısı ve ayrı
bir tadı vardı. Bir tek kiraz ağacı yoktu, neden acaba, hatırlamıyorum.
Anneanneciğimin her zaman en az 5- 6 ineği, 2-3
mandası ve bir sürü tavukları olurdu. Tazecik süt içerdik sıcacık her sabah,
yayıkta tereyağı çırpardık, yoğurdu mayalayıp kenara battaniyeye sarıp koyardı
ve ben yoğurt yeterince tutmadan tadına bakmak için örtüsünü açınca yoğurt sulu
olurdu ve tabii ki bana çok kızar, abhazca söylenirdi.
Tavuklar gıdaklamaya başlayınca yumurtaları almak için
teyakkuzda beklerdik. Yazın anneanneciğim ipek böceği yetiştirirdi, her
akşam dut dallarını bükerek ipek böceği divanlarına yerleştirirdik. Evin
önündeki dut ağacı haziran sonunda duttan neredeyse yıkılacak gibi olurdu, her
taraf arı dolardı ve arı sokmasından ellerimiz ayaklarımız şişerdi.
* * *
* *
Anneannem müthiş lezzetli abhaz yemekleri yapardı.
Mısır unuyla yapılan sıcak abhaz/abaza pastası/ekmeği (abısta), peynirlisi
açamuka, abhaz/abaza kuru fasulyesi (agut), abhaz/abaza mantısı (haluja),
abhaz/abaza tavuğu (aktu sızbal), ekşi erik sosu (erik sızbalı), cevizli lahana
(ahulçapa), biber ezmesi (pırpılcıka/ acıka) çerkez peyniri, dikenbaşı gibi
abhaz/abaza mutfağının en muhteşemini bizlere yedirirdi. Bayramlarda çok güzel
cevizli toz şekerli hamur kızartması ve sütlaç yapardı.
Bahçedeki ocakta, günümüzde tam tahıllı buğday ekmeği
denilen ekmeği yapardı ve soğuk sūt kaymağıyla yemek muhteşem olurdu. Abhazlar 1864 yılında Rus işgali ile Abhazya’dan
Osmanlı topraklarına Karadeniz üzerinden gemilerle göç ederken çok büyük
kayıplar vermişler. Anneanneciğim de
birçok abhaz/abaza gibi atalarıyla beslendiklerini düşündüğü için asla
hamsi balığı yemezdi.
O yıllarda dini bayramlar kış aylarındaydı. Mutfakta
kuzinenin etrafında oturur, hem ısınır, hem yemek pişirilirdi. Kapalı
bölmesinde kırmızı kabak kabuklu olarak dilimlenir ve pişirilir ve kaşıkla
yenirdi. Kuzinenin üzerinde kestane pişirirdik, nasıl lezzetli olurdu. Şimdi
her şey mazide kaldı......
* *
* * *
Dağlar gibi mısır, fındık, ceviz gibi hasatın dış
kabuklarından ayrılması işlemi, akşam saatinden başlayıp imece usulü ile yani
komşuların birbirine yardım etmesi ile yapılırdı. Burada amaç özellikle
gençlerin eğlenerek çalıştırılmasıydı sanırım.
Gençler bu tür aktivitelerde, düğünlerde bir araya gelerek tanışıp eğlenme
fırsatı buluyorlardı.
Özellikle Sakarya, Düzce ve köylerinde yaşayan
abhazlarda değil yakın akraba, bir kaç kuşak ötesi akraba evliliğine, hatta
eğer kardeş gibi büyümüşlerse komşuların çocuklarının evliliğine hoş gözle
bakılmaz. Bu çok beğendiğim bir abhaz adetidir, bu adeti abartmak için
"köprüden geçerken sırtı değmişse" veya "aynı güneşte çamaşır
kurutmuşsa" teşbihi yapılır.
Anneanneciğim abhaz/abaza adetleri ağır olduğu ve gelinler çok yorulduğu için
kız torunlarının abhaz/abaza ve çerkez birisiyle evlenmesini hiç
istemezdi. Çok yaramazlık yaptığım zaman annem ceza olarak ısırgan otuyla
ayaklarıma dokunurdu, saatlerce mızıldayıp dururdum ve bir iki gün uslu çocuk
olurdum. Bu cezayı hak edecek annemi çıldırtacak tehlikeli yaramazlıklarımdan
bir kaç tanesi; dedemin farelere karşı kilere koyduğu DDT ilacını pudra şekeri
zannedip yemek, ismini bilmediğim zehirli bordo renkli meyveleri böğürtlen
zannederek yemek, anneannemin dolapların üzerinde sakladığı lokum ve şekerleri
masanın üzerine sandalye koyup üzerine çıkarak almaya çalışmak gibi “boğaz
yoluna gitti” örneği olacak yaramazlıklar.
* *
* * *
Annem beni her zaman anneanneme benzetir.
Dominantlığımı, düzenli oluşumu, hızlı iş yapmamı, çevreyle iletişim kurmamı,
olayları teatral anlatım tarzımı, yemek yapma sevgimi ama her şeyden çok ütü
yapmayı sevmeyişimi.
Bir çok çalışan kadın gibi
bende ev işlerini, yoğun iş saatlerinden arta kalan zamanlarımda bazen severek
bazen zorunlu olarak yapıyorum. Bugünün ileri teknolojileri sayesinde
hayatımızı kolaylaştıran ve ev işlerinde kullanılan bir çok alet ve
makinelerimizin olması nedeniyle artık bir çok ev işini yapmak çok kolaylaştı
ve zevkli hale geldi ancak ütü konusunda henüz yeterince hayatımızı
kolaylaştırıcı bir ilerleme yok, bu nedenle ütü ile pek aram iyi değildir. Ütü
yapmayı sevmiyor olmam genetikmiş, anneanneme benziyorum zaten. Anneanneciğim rahmet istedi bugün, mekanı
cennet olsun inşallah.