Mecburi hizmetim bitip Ankara’ya tayin istediğimde henüz üç yıllık gencecik bir hekimdim. Çalışmayı hayal ettiğim, Kızılay’a yakın bir Veremle Savaş Dispanserine tayinim çıktığında çok sevinmiştim. Ancak mehil müddetim dolup işe başlamak için tayin olduğum dispansere gittiğimde o zaman ki büyük başhekim beni orada göreve başlatmayacağını ve uzak bir semtteki Veremle Savaş Dispanserine göndereceğini söylediğinde hayal kırıklığına uğramıştım. Henüz 25 yaşındaydım ve Ankara’yı hiç bilmiyordum. Bu dispanserin oldukça uzak ve sosyoekonomik açıdan oldukça zor şartlarda bir gecekondu semtinde olduğu, kiraladığım evime iki dolmuşla gidip gelebileceğim orada bulunan bir hekim arkadaş tarafından söylendi. Şaşkınlıktan ve korkudan ağlamaya başlamışım. Oldukça ileri bir yaşta olan başhekim, beni sakinleştirip ikna edeceğine “koskoca kadınsın, evinin karşısında sağlık ocağı açamayız, burası Ankara, küçük yerde meslek hayatına başlayınca kendinizi küçük yerin büyük adamı zannediyorsunuz” diye hem hakaret edip hem de aşağılayınca nereye geldiğimi anlayamamıştım. Bu muydu yani, bir meslek büyüğü böyle mi davranmalıydı. Belki de gördüğüm bu travmatik yaklaşım nedeniyle meslek hayatım boyunca, değil genç meslektaşlarıma, hiç kimseye bu şekilde cümle kurmamaya çok özen gösterdim.
Ankara’da bize destek olacak hiç kimsemiz yoktu, bir süre sonra mecburen durumu kabul edip doğruca söylenen Veremle Savaş Dispanserine giderek göreve başladım. Dispanserde çalışan iki hekim, altı hemşire, bir memur ve bir temizlik personeli arkadaşla iyi iletişim kurduk. Kayıtlı hastalar ve kurumun işleyişi hakkında bilgi verdiler ve uyum içinde yıllarca çalıştık, taaa ki başka bir travmatik davranışlı bir arkadaş gelene kadar (belki bir gün bu konu ile ilgili bir şeyler yazarım) .
Ulaşımın dışında bir sorunum yoktu aslında. Dispanserin çevresinde yemek yiyecek bir yer yoktu ama birlikte çalıştığım arkadaşlarımla evden getirdiğimiz çıkınlarımızdaki yemekleri paylaşarak iştahla öğle yemeğimizi hep birlikte yerdik.
Temizlik personeli Durmuş efendi sürekli çay demler ve fincan fincan çay taşırdı içmem için. Ben sabah bir fincan öğleden sonra bir fincandan fazla çay içemezdim. Ancak istemediğimi söylesem bile getirdiği çay dolu fincanı “içersiiiin, içersiiiiin, iç” diyerek masama emrivaki bir şekilde koyardı. Bende Durmuş efendinin korkusundan o kapıdan çıkınca çayı hemen lavaboya döker ve lavaboda çay izi kalmamasına da bilhassa dikkat ederdim.
Polikliniğe müracaat eden ve kayıtlı verem hastalarına elimden geldiğince faydalı olmaya çalışıyordum. Verem hastalığı, tedavisi olan ancak 6-9 ay boyunca her gün düzenli olarak ilaç içme disiplini isteyen bir hastalık olduğu için hastalarımıza ve ailelerine ayrıntılı eğitim verip ilaç içmelerini takip etmek zorundaydık. Bazen eğitimli hastaları bile düzenli ilaç içme konusunda ikna etmeye zorlanıyorduk. Tabii ki kişileri ikna etmek ve bir anda davranış değişikliği oluşturmak kolay olmuyor. Bu şekilde uyum sorunu olan hastaların tedavi süreleri bir yılı geçiyor. İlaçlarını içmeyen ve bu nedenle bulaştırıcılığı bir türlü geçmeyen bir hastam ilaçlarını alması konusunda ısrar ettiğim için tabancasını göstermiş ve “doktor, moktor dinlemem, atarım seni camdan aşağı” demişti.
Başka bir hastam ise kayıt işlemlerini yaparken “sigara/alkol kullanıyor musunuz” diye sorunca cebinden içki şişesini çıkarmış ve “ne yalan söyleyeyim, içe içe geldim” diye şişeden bir fırt daha çekmişti. Ben soğukkanlılığımı koruyarak bu şekilde hastalığının iyi olamayacağını ve iyileşmesi için eğer ilaçlarını doğru içerse ve sigara/alkol kullanmazsa gıda ve giysi yardımı vereceğimizi söylemiştim. Gıda ve giysi desteği, ihtiyacı olan hastalara tedaviye uyum açısından teşvik edici oluyordu. Çünkü özellikle hastalığın iyileşme sürecinde, tıbbi hizmetin yanı sıra gıda ve giysi desteğinin de çok önemli olması nedeniyle sivil toplum kuruluşları ve hayır sahipleri ile ihtiyacı olan verem hastalarını buluşturuyorduk.
Teknoloji bu kadar gelişti, ilaçların daha kolay yutulabilmesi için tedavi rejimlerinde kullanılan ilaçların en kısa zamanda minicik bir kapsül veya minicik bir draje haline getirilmesi lazım. O zaman hastalar daha rahat ve düzenli ilaçlarını yutarak kısa sürede tedavi olur ve onların iyiliği için uğraşan hekimlerine “doktor, moktor dinlemem, atarım seni camdan aşağı” demezler inşallah.
Sevgili Doktorcum,
YanıtlaSilİzmit'te oturduğumuz evin karşı dairsinde Doktor Amca ve eşi Şefkat Teyze otururdu.
Doktor amcanın, hastalarına dair komik anıları olurdu.
Biri aklıma geldi şimdi...
Doktor Amca, hastalarından birine, yarın sabah idrarını biriktir de gel, demiş.
Ertesi sabah adam geldiğinde, elindeki çantanın içinden kavanozlar çıkarmaya başlamış. Kavanoz kavanoz idrar:)
Doktor Amca, "bunlar ne?" diye gözlerini pörtletince, "aman tohtor bey, sen dediydin ya, idrarını piriktir getir diye, getirdim işte." demiş.
Doktor Amca, gülsün mü kızsın mı bilememiş. Aslında niyeti, hastanın idrar yapmadan muayeneye gelmesiymiş.
Hep aklıma gelir bu hikaye...
Yaaa... Bende doktor hikayeleri böyleyken böyle:))