25 Kasım 2014 Salı

Anneannemin Evi



 
 
 

Anneannem evinin direği, elinden her iş gelen, dünyalar güzeli abhaz (abaza/apsuva) bir hanımefendiydi. Nüfus kağıdında abhazca ismi "Aldızye" yazıyordu, ama Türkçe'de Yıldız hanıma dönüşmüştü. Aldızye'nin anlamını çok araştırmama rağmen bulamadım maalesef. Hatırlayabildiğim en erken çocukluk anılarımda, Türkçe'yi çat pat konuştuğu ve annemle sürekli abhazca konuştukları için babamın "lütfen çocukların yanında Türkçe konuş anne" diye anneanneme hatırlatma yaptığı var.
 
Sonraki yıllarda o biraz Türkçe'sini ilerletti, bende biraz abhazca öğrendim. Yarı Türkçe yarı Abhazca bir çok konuda saatlerce sohbet ederdik. Konuları öyle güzel teatral bir şekilde anlatırdı ki herşey gözümde canlanırdı ve ben anneannemin anılarını dinlemeyi çok severdim. Kendi genç kızlık anıları, ailesi, eskiden ne kadar zengin oldukları, kendi ailesindeki ve yine bir abhaz beyefendisi olan dedemin ailesindeki enteresan evlilikler, abhaz kültürünü ve bu kültürde mevcut olan asalet sınıflamalarını o kadar güzel anlatırdı ki bugün bile en küçük detaylarıyla hatırlıyorum.
 
Anneanneciğim abhaz/abaza kültüründe yadırganmayan bir davranış olarak dedemle kaçarak evlenmişti ve bugüne kadar tanıdığım hiç kimselerde görmediğim kadar beyefendi, uyumlu, sakin ve melek gibi bir insan olan dedeciğimle mutlu mesut yaşadılar senelerce. Dedeciğim çok ince düşünceli adeta evliya gibi bir insandı, hiç kimsecikleri kırdığını, sesini yükselttiğini görmedim, duymadım. Annemi ve biz torunlarını çok severdi, en güzel yemekleri bizler için hazırlatırdı. Evlerinden misafir eksik olmazdı, kocaman sofralar kurulurdu. Sevgi dolu kalbi ve yemek yedirme bonkörlüğü sadece insanlarla sınırlı değildi,  hatırladığım naif bir davranış olarak ağaçların üst dallarındaki meyvaları asla toplamazdı, en güzel meyveleri "kuşların hakkı" diye bırakırdı hep.






 
O yıllara göre asla kazak erkek davranışları yoktu, hep anneannemi destekleyen ve hayatı her şeyiyle paylaşan bir insandı. Böyle iyi bir eşi olduğu için mi anneanneciğim dominant olmuş yoksa anneannem dominant olduğu için mi dedeciğim bu kadar uyumlu olmuş bunu bilemiyorum. Ama çok iyi anlaşırlardı. 
 
                                                    *     *     *     *     *
Okullar tatil olupta yaz tatili başladığında annem ve kardeşlerimle yaşadığımız şehire 60 km mesafedeki anneannemin köyüne giderdik ve bütün yaz tatili boyunca aylarca kalırdık. Anneannemin evini ve köy hayatını bugün özlemle anıyorum, çok güzel günlerdi o günler. Mis gibi köy havası, yemyeşil ağaçlarla kaplı bahçeler, her çeşit sebze ve meyva ve çeşit çeşit çiçekler. İçinden Sakarya nehrinin şırıl şırıl bir deresi geçen filmlerdeki İsviçre’nin köylerinden bile daha güzel bir köy. Anneannemin evine gitmek bizim için tatil, eğlence ve özgürlük demekti. Anneannemin evi önceleri iki katlı ahşap bir evdi, daha sonra o ev depremde yıkılınca yanına yine iki katlı betonarme bir köy evi yapılmıştı. Ahşap ev merdiven çıkarken gıcırdardı ve üst kattaki küçük balkona çıkmamız annem tarafından tehlikeli bulunduğu için yasaktı. O yıllarda köye henüz elektrik gelmemişti, akşam olmadan annem  veya anneannem gaz lambasının fanusunun isini gazeteyle siler ve parlatırdı. Gece dedeciğim bizi oyalamak için gölge oyunu yapar ve masallar anlatırdı, bildiği masallar bitip biz hala uyumamışsak  yeni masallar uydururdu. 
 
Sonraki yıllarda "lüküs lambası" köyde gecelerimizi aydınlatmıştı. Daha gūçlü ve beyaz bir ışığı vardı, piknik tüpün üzerindeki fanus gibi bir alete küçük beyaz kese takılırdı ve bu beyaz kese yanınca kırılırdı sanırım bu yüzden sık sık değiştirilirdi. Nihayet köye elektrik getirme çalışmaları başladı bir yaz tatilimizde. Önce keresteden direkler dikildi belirli aralıklarla, sonra teller çekildi ve ardından evler elektrikle aydınlanmaya başladı. Bu müthiş bir şeydi, anneannemin evine elektrik gelmişti artık.

                                                     *     *     *     *     *
Çocukluk anılarımdan hatırladığım en eğlenceli şey tulumba. Anneannemin evinin önünde, kocaman dut ağacının altında duran kırmızı tulumba. Suyu önceleri bu tulumbadan çekerek kovalarla eve taşırdık, en zoru mutfakta bulaşık yıkamaktı. Köye elektriğin gelmesinden önce veya sonra tam hatırlayamadım, su boruları döşendi ve evin içinde musluklardan su akmaya başladı. Artık bulaşık yıkamak çok kolaylaşmıştı, bol bol suyla bardakları gıcırdata gıcırdata yıkayabiliyorduk artık. Şimdiki teknoloji ile o günleri kıyaslamak mümkün değil. Bugün değil genç insanların, benim bile anlamakta güçlük çektiğim teknoloji olmadan ev işleri nasıl yorucuydu kimbilir. Ne çamaşır makinesi, ne bulaşık makinesi, ne de elektrik süpürgesi vardı ama anneanneciğimin evi nasıl tertemiz ve düzenliydi anlatamam. Tertemiz mutfağı, kolalı dantelli örtüleri, bembeyaz mis kokulu çarşafları, elle kaplanmış rengarenk saten yüzlü yün yorganları ve yastıkları vardı. 





 
 
 
 

Anneanneciğim ve dedeciğim fasulye, günebakan, domates, biber, mısır daha bir çok şeyi ekerlerdi bereketli Sakarya topraklarındaki tarlalarına. Bahçemizde her çeşit meyva ağacı vardı, dut, erik çeşitleri (ekşi, tatlı yeşil, kırmızı, mürdüm), nar, elma, ayva, vişne, beyaz incir, siyah incir, muşmula, fındık, ceviz, şeftali, kayısı ağaçlarını hatırlıyorum. Her bir meyvayı dalından koparıp yemek harika bir duyguydu. O yıllarda dondurma az bulunduğu için nar çiçeğini külah yapıp içine dut koyarak dondurmaya benzetirdim. Fındık toplarken içindeki çatal kuyruklu böcek kulağımıza kaçacak diye korkardık. İncir ağacına kolaylıkla tırmanırdım ve ağacın üst dallarında düz ve kalın bir dalda hem incir yerdim hem de uzanıp kitap okur ve hayaller kurardım saatlerce. Her meyva ağacının ayrı bir zamanı, ayrı bir anısı ve ayrı bir tadı vardı. Bir tek kiraz ağacı yoktu, neden acaba, hatırlamıyorum. 

Anneanneciğimin her zaman en az 5- 6 ineği, 2-3 mandası ve bir sürü tavukları olurdu. Tazecik süt içerdik sıcacık her sabah, yayıkta tereyağı çırpardık, yoğurdu mayalayıp kenara battaniyeye sarıp koyardı ve ben yoğurt yeterince tutmadan tadına bakmak için örtüsünü açınca yoğurt sulu olurdu ve tabii ki bana çok kızar, abhazca söylenirdi.

Tavuklar gıdaklamaya başlayınca yumurtaları almak için teyakkuzda beklerdik. Yazın anneanneciğim ipek böceği yetiştirirdi, her akşam dut dallarını bükerek ipek böceği divanlarına yerleştirirdik. Evin önündeki dut ağacı haziran sonunda duttan neredeyse yıkılacak gibi olurdu, her taraf arı dolardı ve arı sokmasından ellerimiz ayaklarız şişerdi.
 
                                                    *     *     *     *     *

Anneannem müthiş lezzetli abhaz yemekleri yapardı. Mısır unuyla yapılan sıcak abhaz/abaza pastası/ekmeği (abısta), peynirlisi açamuka, abhaz/abaza kuru fasulyesi (agut), abhaz/abaza mantısı (haluja), abhaz/abaza tavuğu (aktu sızbal), ekşi erik sosu (erik sızbalı), cevizli lahana (ahulçapa), biber ezmesi (pırpılcıka/ acıka) çerkez peyniri, dikenbaşı gibi abhaz/abaza mutfağının en muhteşemini bizlere yedirirdi. Bayramlarda çok güzel cevizli toz şekerli hamur kızartması ve sütlaç yapardı.
 

Bahçedeki ocakta, günümüzde tam tahıllı buğday ekmeği denilen ekmeği yapardı ve soğuk sūt kaymağıyla yemek muhteşem olurdu. Abhazlar 1864 yılında Rus işgali ile Abhazya’dan Osmanlı topraklarına Karadeniz üzerinden gemilerle göç ederken çok büyük kayıplar vermişler.  Anneanneciğim de birçok abhaz/abaza gibi atalarıyla beslendiklerini düşündüğü için asla hamsi balığı yemezdi. 

O yıllarda dini bayramlar kış aylarındaydı. Mutfakta kuzinenin etrafında oturur, hem ısınır, hem yemek pişirilirdi. Kapalı bölmesinde kırmızı kabak kabuklu olarak dilimlenir ve pişirilir ve kaşıkla yenirdi. Kuzinenin üzerinde kestane pişirirdik, nasıl lezzetli olurdu. Şimdi her şey mazide kaldı......
 
                                                           *     *     *     *     *
Dağlar gibi mısır, fındık, ceviz gibi hasatın dış kabuklarından ayrılması işlemi, akşam saatinden başlayıp imece usulü ile yani komşuların birbirine yardım etmesi ile yapılırdı. Burada amaç özellikle gençlerin eğlenerek çalıştırılmasıydı sanırım.
Gençler bu tür aktivitelerde, düğünlerde bir araya gelerek tanışıp eğlenme fırsatı buluyorlardı. 
 

Özellikle Sakarya, Düzce ve köylerinde yaşayan abhazlarda değil yakın akraba, bir kaç kuşak ötesi akraba evliliğine, hatta eğer kardeş gibi büyümüşlerse komşuların çocuklarının evliliğine hoş gözle bakılmaz. Bu çok beğendiğim bir abhaz adetidir, bu adeti abartmak için "köprüden geçerken sırtı değmişse" veya "aynı güneşte çamaşır kurutmuşsa" teşbihi yapılır.

Anneanneciğim abhaz/abaza adetleri ağır olduğu ve gelinler çok yorulduğu için kız torunlarının abhaz/abaza ve çerkez birisiyle evlenmesini hiç istemezdi. Çok yaramazlık yaptığım zaman annem ceza olarak ısırgan otuyla ayaklarıma dokunurdu, saatlerce mızıldayıp dururdum ve bir iki gün uslu çocuk olurdum. Bu cezayı hak edecek annemi çıldırtacak tehlikeli yaramazlıklarımdan bir kaç tanesi; dedemin farelere karşı kilere koyduğu DDT ilacını pudra şekeri zannedip yemek, ismini bilmediğim zehirli bordo renkli meyveleri böğürtlen zannederek yemek, anneannemin dolapların üzerinde sakladığı lokum ve şekerleri masanın üzerine sandalye koyup üzerine çıkarak almaya çalışmak gibi “boğaz yoluna gitti” örneği olacak yaramazlıklar.
 
                                                    *     *     *     *     *

Annem beni her zaman anneanneme benzetir. Dominantlığımı, düzenli oluşumu, hızlı iş yapmamı, çevreyle iletişim kurmamı, olayları teatral anlatım tarzımı, yemek yapma sevgimi ama her şeyden çok ütü yapmayı sevmeyişimi. 
 
Bir çok çalışan kadın gibi bende ev işlerini, yoğun iş saatlerinden arta kalan zamanlarımda bazen severek bazen zorunlu olarak yapıyorum. Bugünün ileri teknolojileri sayesinde hayatımızı kolaylaştıran ve ev işlerinde kullanılan bir çok alet ve makinelerimizin olması nedeniyle artık bir çok ev işini yapmak çok kolaylaştı ve zevkli hale geldi ancak ütü konusunda henüz yeterince hayatımızı kolaylaştırıcı bir ilerleme yok, bu nedenle ütü ile pek aram iyi değildir. Ütü yapmayı sevmiyor olmam genetikmiş, anneanneme benziyorum zaten.  Anneanneciğim rahmet istedi bugün, mekanı cennet olsun inşallah.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

.