Görgüsüzlüğe gerek yok başlıklı yazımda yarışmaları sevmediğimden söz etmiştim. Olumlu veya olumsuz birçok duygu ve davranışımızın nedenini, genellikle çocukluğumuza bağlıyoruz ya. Bende bu konuyu bağlayacağım.
İlkokul dördüncü sınıftaydık sanırım. Sınıf öğretmenimiz, Türkçe dersinde
bir yarışma düzenledi. Bu yarışmanın formatı o zamanlar için oldukça yenilikçi
bir davranıştı. Çünkü şimdi ki zamanların "performans ödevi" gibi bir
kavram yoktu henüz. Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un hayatının dört bölüm halinde
hazırlanarak anlatılacağı bir yarışmaydı. Öğretmenimiz önce sınıftan gönüllü
yarışmacıları seçti, her bölümü hazırlamak için ikişer kişiye görev
verdi, bir hafta sonra hem yazılı hem de anlatım olarak bizi diğer sınıf
arkadaşlarımızla beraber oylama yaparak değerlendireceğini söyledi.
Ben
ve Sıddık isimli bir arkadaşım, 4. bölüm olan "Mehmet Akif
Ersoy'un Mısır yılları, Türkiye'ye dönüşü ve ölümü" konusunu
hazırlayıp sunacaktık. Bir hafta evimizdeki ansiklopedilerden konumu
çalıştım, sunumuma
hazırlandım ve heyecanla yarışma gününü beklemeye başladım. Yarışmanın
yapılacağı hafta sınıf öğretmenimiz hastalandı, misafir bir
öğretmen derslerimize girmeye başladı ve yarışmayı yapmak istedi. Bazı
arkadaşlar sunumlarını getirmediklerini söylediler. Misafir
öğretmenimiz
"iyi o zaman, bizde hazır olanlarla prova yapalım, öğretmeniniz haftaya
gelince gerçek yarışmayı yapar" dedi. Bizim bölümü ben dosya kağıdına
özenle yazmıştım ve güzel bir dosya içinde
çantamdaydı. Sıddık'ın ise yanında yazılı bir şey yoktu, sadece
Safahat'ı
getirmişti. Sunumlarımızı yaptık ve oylamaya geçildi. Sınıf
arkadaşlarımın
büyük çoğunluğu oylarını benim heyecanlı sunumumdan yana kullandılar.
Ben tam kazandım diye çok mutlu oluyordum ki, misafir öğretmen
"ben olsaydım diğer sunumu seçerdim, çünkü Sıddık arkadaşınız Safahat'tan
hazırlanmış" dedi. Ben çocuk aklımla mesajı almıştım, yakın arkadaşlarımdan borç para alıp
okul çıkışı koşarak kitapçıya gittim, hemen bir Safahat aldım. Evde sürekli
Safahat elimden düşmüyor, anlamaya ve ödevimle ilgili notlar almaya
çalışıyordum. Yarışmayı kazanma hevesiyle ödevime ilaveler yaptım, yeniden
sayfalarca dosya kağıdına dolmakalem ile inci gibi yazdım, ön sayfaya kapak
yaptım. Öncekinden daha dolu bir sunum hazırladım bu sefer.
Öğretmenimiz ertesi hafta işe başlayınca gerçek yarışma yapıldı. Bu sefer
kesinlikle önceki sunumumdan ve Sıddık'tan daha güzel bir sunum yaptım.
Peki
oylamada ne oldu, tahmin edin? Provada bana oy veren sınıf
arkadaşlarım, sunumumu hiiiiiiç dikkate almadan
"misafir öğretmenin o gün ki yönlendirmesiyle" Sıddık'a oy verdiler ve
Sıddık kazandı. O gün hayatımda ilk defa bir duyguyla tanıştım "yarışı
kaybetmenin
ezikliği". Günlerce o ezikliği üzerimden atamadım.
Bu
hayatımın ilk önemli dersiydi, insanların daha güçlü birisinin
yönlendirmesiyle gerçek düşüncelerinden farklı kararlar alabileceklerini
öğrenmiş oldum. Taktik yapmanın önemini anladım. Misafir öğretmenin
yarışma provası yaptığı
gün sunumumu saklamış olsaydım belki de gerçek yarışmada kazanma şansım
olacaktı. Sıddık için bu yarışmanın bir anlamı oldu mu hayatında
bilmiyorum. Ama ben, kaybettiğim her türlü yarışta hep o günü
hatırladım. O gün
yaşadığım eziklik duygusu hep içimde kaldı ve hiç unutmadım. Bir de
Safahat kitabım her zaman kütüphanemin baş köşesinde yer aldı
ve Mehmet Akif Ersoy'un ne kadar büyük bir şair olduğunu hiç unutmadım.
Uzun lafın kısası ben yarışmayı sevmem, çalışmayı severim. Yarışınca
bir kazanan ve bir çok kaybeden oluyor ama çalışınca herkes kazanıyor.......
Prof.Dr.Türker Baş ne güzel söylemiş.......
"Eğer
kendinden başkasıyla yarışmazsan, hiç kimse sana rakip olmaz, hiç kimse seni
geçemez.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
.