18 Aralık 2014 Perşembe

Aaaah Üniversite, Aaaaah İstanbul.......


 
 
Lise son sınıfta okuyan her gencin en büyük korkusu, üniversite giriş sınavıdır kuşkusuz. Benim gibi lise hayatı sıradan başarılarla geçmiş ve ailesi tarafından tercih olarak sadece İstanbul'daki tıp fakülteleri yazdırılmış birisi için ise, o sınavı beklemek korku değil kabus bir hale dönüşmüştü. Okul, dersane, sürekli ders çalışma, gece gündüz test çözme derken sonunda sınav günü gelip çatmıştı…. O yıllarda bulunduğumuz şehirde sınav yapılmıyordu, bir gün önceden İstanbul'a gidip sınava gireceğim okulu bulmuş, gece halamlarda kalmıştık. Hem yattığım yeri yadırgadığım için hem de heyecandan olsa gerek saatlerce uykuya dalamamıştım o gece. Sabah sınava son anda yetişmiş, cam kenarında ve bol güneşli bir sırada oturmuştum. Bütün bu olumsuzluklara rağmen sınavım hayret bir şekilde iyi geçmişti ya da ben öyle zannediyordum! İnternetin olmadığı o yıllarda, sınav sonucunu öğrenmek için postacı yolu gözlemiştim günlerce …..
Nihayet postacı merakla beklediğim ÜSYM (o zaman adı böyleydi) zarfını getirmişti. Bir baktım 532 puan almışım ama daha önce tercih listesine sadece İstanbul'daki tıp fakültelerini yazmış olduğum için hiç bir yere yerleştirilmemiştim. Aslında puanım çok yüksekti, İstanbul (Çapa) ve Cerrahpaşa Tıp Fakültelerinin dışındaki pek çok fakülteye puanımın tutmasına rağmen ben açıkta kalmıştım. Şaka gibi…. Hiç kimseler, en yakın arkadaşlarım bile bu kadar yüksek puan aldığıma da, alıp ta nasıl açıkta kaldığıma da inanamıyor, palavra atıyorum sanıyorlardı.  Günlerce ağlamaktan gözlerim şişmiş, sesim kısılmıştı. Ailem de çok üzgündü ve bir çare bulmaya çalışıyorlardı. Anneciğim sabah 07.00'da radyoda yayınlanan ön kayıt anonslarını dinleyip Ege Üniversitesi İzmir Tıp Fakültesinin 507 taban puanıyla ön kayıt açtığını ve 90 öğrenci alacağını söylediğinde önce Ege Tıp Fakültesinin İstanbul'daki tıp fakültelerinden daha yüksek puanla öğrenci aldığını söyleyip itiraz etmiştim, anneciğim heyecandan yanlış duymuştu galiba. Ancak ertesi sabah ailece hep beraber radyonun başına geçip ön kayıt listelerini dinleyene kadar bunun gerçek olabileceğine inanamamıştım. Ege Üniversitesine bağlı yeni bir tıp fakültesi açılmıştı “” ve 507 taban puanıyla ön kayıtla öğrenci alınacaktı. Bu seferde sevinçten ağlıyordum…... 
Babacığımla birlikte  İzmir'e otobüsle giderken adeta havalara uçuyordum. Nihayet üniversiteli olacaktım hem de İzmir gibi güzel bir şehirde yaşayacak ve tıp fakültesi okuyacaktım, babacığımın çok istediği, gurur duyacağı "doktor hanım" olacaktım. 
Sabahleyin İzmir otogarına indiğimiz zaman üniversitenin Bornova'da olduğunu öğrendik ve sora sora önce Bornova'ya gittik ve ön kayıt yaptıracağımız binayı zorla bulduk. 80 öncesi yıllarda üniversitelerin duvarlarında büyük harflerle, renkli boyalarla yazılmış siyasi içerikli sloganlar vardı. Üniversitenin  kampüsü içinde ringle yolculuk ederken babacığım bu yazıları görünce öğretmen sağ duyusuyla bu sloganları hem yüksek sesle okumuş hem de yüksek sesle çok kızmıştı. Bende birileri babama terslenecek korkusuyla soğuk terler dökmüştüm.

 
İzmir Tıp Fakültesi açıldığı günlerde oldukça sınırlı imkanları olan ve az sayıda öğretim üyesiyle kurulmuş mütevazı bir fakülteydi. En şanslı olduğumuz konu hocalarımızın bizlerle ilgili, alçak gönüllü ve güleryüzlü davranışlarıydı. Özellikle de dekanımız babacan, iyi kalpli bir insandı ve harika bir hocaydı. Fizyoloji derslerimiz onun sayesinde çok güzel geçiyordu, anekdotlarla anlattığı dersler hiç aklımızdan çıkmazdı. Patoloji hocalarımızı da çok severdik, 30'lu yaşların başlarında olmalarına rağmen kitap yazmış bilgili, genç yaşlarına göre olgun, iletişimleri mükemmel bir çiftti, bizlerin hem doktor hem de insan olarak yetişmemizde örnek davranışları ile çok katkıları olmuştu. Kulakları çınlasın…..
Yeni kurulan bu fakültenin fiziksel koşulları oldukça sıkıntılıydı. Teorik dersleri aldığımız amfi ve pratik uygulama laboratuvarları barakalarda idi. Ders aralarında bir bardak çay içecek iki lakırdı edecek bir kantinimiz bile yoktu, arada başka okulların kantinlerine gider ve bir köşede ezik ezik otururduk. Biyokimya dersini Diş Hekimliği Fakültesinde, Adli Tıp dersini Ege Tıp Fakültesinde alıyor, staja ise Eşrefpaşa Belediye Hastanesine gidiyorduk. Bornova'daki yurttan üç otobüs ve ara yollar yürüyerek  gittiğim Eşrefpaşa'daki derslikte ise tek tuvalet olduğu için bir teneffüste kızlar bir teneffüste erkekler tuvalete girerdi.
O yıllarda şimdiki gibi yeni bir üniversite veya fakülte açılmasına alışık değildi insanlar. Bu yeni tıp fakültesi biraz yadırganmış biraz da hor görülmüştü ve biz öğrencilerine hissettirilmiş, bir çok yerde  tepki gösterilmiş, sanki suçluymuşuz gibi dışlanmıştık diğer fakültelerdeki bazı arkadaşlar tarafından. Hatırlıyorum da,  ne kadar acımasız, ilginç ve garip bir yaklaşımmış........
Dersler gittikçe ağırlaşıyor ve sınavlar zorlaşıyordu. Dördüncü sınıfta günlerce iki saat uykuyla çalışıp iki günde toplam 17 dersin final sınavına girmiştik. İkinci gün en son sınavdan tansiyonum düştüğü için ayaklarım titreyerek çıkmış ve 16 saat deliksiz uyuduktan sonra ancak kendime gelebilmiştim. Sadece psikiyatriden bütün sınıfla birlikte birinci sınavda başarısız olmuştum. Sanırım üçüncü sınavda, nihayet başarılı olan sekiz kişiden biri ben olmuştum…..

 
 İzmir'de çok sıkı bir şekilde ders çalışarak geçen dört yılın sonunda ders notlarım yüksek olduğu için ailem İstanbul'a nakil olmam konusunda ısrarlı davranınca bende nakil işlemlerini başlatmıştım. Nasıl olsa ret ederler, aman babam kızmasın diye İzmir'den İstanbul'a nakil olmak için fakülte öğrenci işlerinden not dökümü (transkript belgesini) aldığımda, kendimi dalından kopmuş yaprak gibi hissetmiştim.
İzmir muhteşem güzel bir şehirdi o yıllarda, adeta rüya gibiydi şık, zarif, asil, modern, yemyeşil, masmavi, güzel kokulu, temiz ve bakımlıydı. Bu kadar çok apartman henüz yapılmamıştı, ağaçlı çiçekli bahçeleri olan çok güzel konakları vardı, ağzımız açık hayranlıkla o güzel evleri seyrederdik. 
Ancak bir tıp fakültesi öğrencisi olarak gece gündüz dersler ve kitaplarla yıllarım geçmiş, İzmir'in tadını çıkaramamış ve yeterince gezememiştim, mümkün olmamıştı maalesef. En büyük lüksümüz ise sınavlar iyi geçerse ödül olarak Karşıyaka'ya gidip hava soğuksa çay veya salep içmek hava sıcaksa dondurma yemekti........

 
Ve nihayet Cerrahpaşa Tıp Fakültesine kabul edilmiş ve İstanbul’a gelmiştim…... İzmir’i geride bırakıp İstanbul’a gelmek aslında çok ta kolay olmamıştı. İstanbul zor bir şehirdi, dört yıllık fakülte ve yurt arkadaşlarımdan ayrılmış, sudan çıkmış balık gibi yeni bir çevrede yapayalnız kalmıştım, Beşinci sınıfta herkes arkadaş grubunu kurmuştu, nakil gelmiş yeni birisini kabul etmeleri zaman aldı. Ancak adaptasyonun kolay olduğu gençlik yıllarındaydık, kısa sürede uyum sağlayıp güzel bir arkadaş çevresi kurmuştum. Dersler kesinlikle daha kolaydı, iki yıl çok keyifli, eğlenceli, yeni bir çok şey öğrenerek, mecburi hizmete hazırlanarak, fırsat buldukça güzel İstanbul'u gezerek çok güzel ve çabucak geçmişti……..

 
Üniversite yıllarımın, her yaşayanın olduğu gibi benim de hayatımda çok özel bir yeri var. Özellikle zor elde ettiğim, tıp fakültesinin yoğun ders programına uyum sağlayabilmek, sınavlarda başarılı olabilmek için daha çok ders çalışmak, uykusuz kalmak gibi yaptığım bir çok fedakarlık, fedakarlık yine fedakarlık......
Bu fedakarlık durumu, sonraki yıllar da değişmeden devam etti, azimli, kararlı, sabırlı olma, değişikleri kontrol edebilme yeteneklerimi geliştirerek, en önemlisi yaptığım işi severek çalışıp durdum.  Evde, işte ve her yerde hep çalışkan, hep sorumluluk sahibi, hep anlayışlı. Şikayetçi değilim, hekimliğin verdiği bu olgunluğun hayatıma olumlu katkısı oldu şüphesiz. Ama derler ya gençliğimi yaşayamadım, erkenden büyüdüm, en güzel yıllarımda akranlarım gibi eğlenemedim, yaşımın gereklerini yapamadım, hiç sorumsuz davranamadım, …..….  
Aaaah Üniversite, Aaaah İstanbul, Aaaah Hekimlik……….

 

4 yorum:

  1. Ne çektin be ...

    YanıtlaSil
  2. Bugün ne güzel bir yazı daha okudum sizden. Büyük çabaların ve çalışkanlığın sonucunu hakettiğiniz gibi almışsınız. Ama bir yandan içinizde kalan o üzüntüyü de anlıyorum. Çünkü Ankarada yurtta aynı odada kalan dört kişiden biri olarak en kolay bölümde okuyan bendim. diğer kızlar mühendislikteydiler. gece gündüz ders çalışırlardı. onlardan çok gezer dolaşır , tiyatro sinema, fuarlar tüm Ankaranın öğrenci olarak tadını 4 yıl iyi çıkarmıştım. kızların kendi bölümlerinin partileri olur onlar gidemez ben giderdim. bana isyan ederlerdi haklı olarak :)
    sonra ne oldu, onlar iyi bir mühendis, dolgun bir maaş, kariyer..hala görüşüyoruz tabi. ben de devletin memuru bir öğretmen. herkes karşılığını aldı tabi. arasıra yine şakalaşıyoruz; sen bizden daha fazla yine geziyorsun, dolaşıyorsun , hayatın tadını çıkarıyorsun diye . zamansızlık, iş güçten, tatilllerin azlığından şikayet ediyorlar. acaba hangisi iyi diye düşünüyorum. şimdi bir kızım var. fazla hayallere dalmayıp yine benim gibi yaşamasını istiyorum..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sevgili Buket hanım,
      güzel yorumunuz için çok teşekkür ediyorum.
      Bende uzun yıllardır devlet memuru olarak çalışıyorum, ve hep büyük bir heves ve coşkuyla çok emek harcamış bir işkoliğim. Rahmetli babamız öğretmendi ve o da işkolik bir insandı, kendisi gibi yıpranmamamız için çocuklarına öğretmen olmayı tavsiye etmedi.
      Hekimlik ve öğretmenlik sadece çok çalışmanın dışında; çok emek, sevgi, merhamet, adalet duygusu, empati gibi bir çok özellik gerektiren meslekler. Çünkü karşınızdaki insanı her yanıyla düşünmek durumundasınız. Ama karşılığında gülümseyip Allah razı olsun dediklerinde hissettiğimiz duygunun hiç bir örneği yok. Yıllar sonra yolda karşılaştığınızda gösterilen sevgiyle karışık saygılı selam muhteşem.
      Buket hanımcığım kültürel durumumu da telafi etmek için çok gayret ediyorum. Özellikle son zamanlarda hayal kahvemin katkısı oldukça fazla. Sevgiyle kalın.

      Sil
  3. Ooo! Burada iki sevdiğim insan muhabbet ediyorlarmış, ne güzel:)

    YanıtlaSil

.