25 Şubat 2015 Çarşamba

Güzel Türkçemiz







Türkçemizi doğru, güzel ve etkili kullanmamız konusunda, Sayın Hakkı Devrim ve Sayın Hıncal Uluç'un yıllardır köşelerinde yazdıkları çok değerli uyarılar ve güzel bilgiler ışığında hem kendimize çeki düzen verdik hem de birlikte çalıştığımız arkadaşlarımıza havalı katkılarda bulunduk.  İkisine de teşekkür ediyorum, minnetlerimi sunuyorum, çok katkıları oldu bizlere gerçekten.
İşim nedeniyle bir çok resmi yazı ve bilimsel yazı yazdım yıllardır. Doğru ve etkili cümleler kurmak için çok uğraştım. Son aylarda ise blog yazıları yazıyorum ayıptır söylemesi. Yazı yazarken öncelikle kelime hatası yapmamaya özen gösteriyorum ve düzgün cümle kurmaya çalışıyorum. Uzun cümle kurarken anlam bütünlüğü ve fiil çekimlerinin uygunluğuna çok dikkat ediyorum. Eskiden elimin altında bir sözlük olurdu mutlaka, son zamanlarda arama motorlarının sözlüklerinden yararlanıyorum ve bazı kelimeleri bir kaç kez kontrol ederek yazıyorum.
Bu kadar özen göstermeme rağmen benim de  yanlış yaptığım oluyor şüphesiz. Blog yazılarımı takip edip yorumlar yazan çok sevdiğim üç kişi var ki, ya telefonla arıyorlar ya da mesaj yazarak beni uyarıyorlar, hiç acımadan eleştirilerini yapıyorlar. Aaaah ki ne ah, şu kelimede "ki" bitişik olacaktı, neden yaşını belli edecek eski kelimeler kullanıyorsun, son paragrafta tekrar yapmışsın, şu atasözü oraya uymamış gibi.........
Canlarım çok teşekkür ediyorum eleştirileriniz için. Hemen dönüp eleştirileriniz doğrultusunda düzeltme yapıyorum, sizleri kırar mıyım ben. İlle de eski kelime kullanacağım, özgün olacağım gibi bir derdim de yok......

 
 
 

  
Bugüne kadar dikkatimi çeken ve kariyeri oldukça kalabalık kişilerin dahi yanlış kullandığı “bazı kelimelerin doğru kullanımı” ile ilgili bir kaç örnek vermek istiyorum.

Kelimelerin Doğru Kullanımı
Yanlız/Yalnız (yalın olmaktan)
Yalnış/Yanlış (yanılmaktan)
Herkez/Herkes
Çukulata/Çikolata
Dinayet/Diyanet
Resim/Fotoğraf
Yönetmenlik/Yönetmelik
Göstertmek/Göstermek
Amaliyat /Ameliyat
Personeller/Personel
Materyaller/Materyal

İkisi Birlikte Kullanılmayanlar
Mesela-Örneğin
Nüans- Farkı
Geri- iade


 
Haddim olmayarak bir küçük önerim olacak. Hayatımızı kolaylaştıracak, bizi ve karşımızdaki kişileri iyi hissettirecek "sihirli sözcükleri"  daha sık kullanalım lütfen…..

Sihirli Sözcükler
Günaydın
Ne dersiniz?
Lütfen
Teşekkür ederim
Özür dilerim
.…misiniz?
Rica ederim
Hoşçakalın

Etkinizin kısa sürede değiştiğini göreceksiniz. Bugüne kadar yazılarımı okuduğunuz için sizlere çok teşekkür ediyorum………
Türkçemizi doğru, güzel ve etkili kullanarak kendimizi daha iyi anlatabilmemiz dileğiyle.......

23 Şubat 2015 Pazartesi

Sevgili Kedimiz Tuşpa




Sevgili kedimiz Tuşpa’dan daha önce birkaç yazımda söz etmiştim. Bugün ona özel bir yazı yazmak geldi içimden. O evimizin minik bebeği, nazlı kedisi, sevgisini karşılıksız sunan, yolumuzu gözleyen, hep yanımızda yakınımızda olmak isteyen can dostumuz…..
Senelerce içimdeki hayvan sevgisini “ay ne cici kedi veya köpek” diye uzaktan uzaktan yaşamıştım. Küçük oğlumun sürekli eve kedi veya köpek alma isteğini balık, kaplumbağa alarak ötelemeye çalıştık senelerce, bahanemiz ise apartman dairesinde olmaaaaaz dı.
İki yıl önce mayıs ayında, oğlumun ısrarlarına dayanamayarak bir arkadaşımın yavru kedilerini görmeye gittik, anne baba ve üç yavru muhteşemdiler. Hepsi ayrı güzeldi ama Tuşpa’mız bizi görünce koşarak yanımıza geldi, hiç yanımızdan ayrılmadı ve bizi o seçti aslında.




Birkaç hafta sonra evimize geldiğinde önce ürkekçe her yeri kokladı yavrucuk, yavaş yavaş evimizi ve bizi benimsemeye başladı. Tıpkı ilk defa bebeğim doğduğunda bebek bakma konusundaki acemiliğim gibi Tuşpa’yı sevme konusunda da pek çok acemiliğimiz oldu. Onu sevmeye çalışırken beceriksiz davrandığımız için aylarca ellerimiz çizik içinde dolaştık. Birde saçma  bir hijyen duygusuyla ona dokununca sürekli ellerimi yıkıyordum, şimdi koklayıp öpüyorum tıpkı en sevdiklerimi öptüğüm gibi.....




İlk aylarda ev halkı ikiye bölünmüştük, Tuşpa’yı sevenler ve Tuşpa’yı istemeyenler. Eşim “kocaman cüssesinden” hiç beklenmeyecek bir şekilde minicik kediden korkuyordu, kedicik onun korkusunu oyun zannedip peşinden koştukça ay ay diye çığlıklar atıyordu. Büyük oğlum ise minimal düzeyde olan kedi alerjisini bahane ederek odasına girmesini kesinlikle yasakladı, hatta koridorda, salonda ve mutfakta dolaşmasına çok kızıyordu.  İlk günler duygusal açıdan çok zorlandım, bir yanda bizden başka kimsesi olmayan minicik bir yavru kedi, küçük oğlum ve ben, diğer yanda sevdiğim herkes……..

  
 


Hele arkadaşlarım, en sevdiğim arkadaşlarım hiç sıcak bakmadılar bizim evimizde Tuşpa gerçeğine.  Arkadaşlarım, eski ve eskimeyen dostlarım; bir taneniz de kedi sevseydi ne olurdu yaaaaa…... Eve gelen herkes Tuşpa’yı salona sokmamamı istiyor, bazıları bir daha gelmeyecekleri tehdidinde bulunuyor, bazıları uzaktan görünce çığlık atıyor, bazıları yüzlerinde bir iğrenme ifadesi ile eve eşyalara bakıp tüy arıyor, bazıları ikram ettiğim çayı, yiyeceği almıyor falan filan……
Bu yaşadıklarımdan sonra insanların üçe ayrıldığını fark ettim; kedi sevenler, kediden korkanlar, kediden ve tüm hayvanlardan nefret edenler….. İğrenme ifadesi ile eve eşyalara bakan, ikram ettiğim çayı, yiyeceği almayan sevgili arkadaşlarım, kedi nasıl temiz bir canlı hiç dikkat ettiniz mi? Saatlerce yalanarak kendisini nasıl temizliyor gördünüz mü? Sokak kedilerinin bile o kirin pisin içinde tüyleri nasıl da temiz ve parlaktır farkında mısınız acaba? Tuşpa’mızı çok nadir durumlarda yıkamamıza rağmen bembeyaz, yumuşacık pamuk gibidir her zaman. Dakikalarca nasıl özenle temizlenir, onu seyrederken hayran olurum titizliğine, parmak aralarını bile tek tek temizler. Tüy konusunu da en ileri teknolojik özellikleri olan elektrik süpürgesi alarak çözdü. Ayrıca ev ve iş yerinde birkaç tane tüy temizleme rulosu bulundurmakta her zaman işe yarıyor……
Lütfen biraz anlayışlı olun, ben Tuşpa'yı da sizi de çok seviyorum....
Daha önce az samimi olduğum kedisi olan arkadaşlarımla, şimdi çok samimi olduk, gençken sohbetlerimizde bebeklerimizden söz ederken şimdi dakikalarca kedi muhabbeti yapıyoruz kedisever dostlarımla. Ailece uzak mesafeli bir yere tatile giderken Tuşpa’mızı emanet ettiğimiz kedisever komşumuz var, sevgili arkadaşım Nurşen ve özellikle eşine çok teşekkür etmek istiyorum. Tuşpa’mızın yolculuk yaparak yorulup huzuru kaçmadan evimizde onu sevenlerin gözetiminde olması  çok büyük şans şüphesiz……..  


 



Evinde kedisi veya köpeği olanın depresyona girme ihtimali oldukça düşüktür sanırım, girse de antidepresan ilaca ihtiyacı olmaz. Çünkü can dostlarımıza sarılmak, tüylerini okşamak, onların mırıltılarını dinlemek ne stres bırakır insanda ne de sıkıntı. Sunduğu sevginin karşılığını almayan, bunları yapıp ta mutlu olmayan insan var mıdır bu dünyada....
İnsanlar yapı olarak sürekli ve düşük frekanslı seslerle sakinleşmektedir. Yapılan bilimsel çalışmalarla, kedilerin mırıltı ile yaydıkları titreşimin bir yatıştırma işareti olduğu, kedilerin stresi diğer hayvanlara göre üç kat daha hızlı alabildiği, güven, bağlılık, sevgi, şefkat ve vicdan duygusunu artırdığı, kedi mırlamasının 20 ila 50 Hertz arasında düşük frekansta devamlı bir ses olmasından, deriye yakın bulunan sinir uçlarında rahatlatıcı etkisi bulunduğu kedi mırıltısının bir ilaç ve müzik gibi yatıştırıcı etkisinin olduğu kanıtlanmış.


  


Tubişim çok asil, mağrur ve gururludur, hem de tüm kedilerden daha fazla olarak. Koltukları tırmaladığında veya dışarı kaçmaya çalıştığı zaman nadiren de olsa sesimi sert bir şekilde yükselttiğim zaman küser, bir köşeye çekilir ve uzun süre ses vermez.

Bu sevgi insana miyavlamayı öğretiyor resmen, karşılıklı konuşup anlaşabiliyoruz….. Evin içinde nereye gitsem beni takip edip bir köşede sessizce işimi yapmamı seyreder, işe dalıp onunla ilgilenmeyi geciktirirsem “ben buradayım, biraz benimle ilgilen” diye bana mutlaka bir oyun yapıyor. Geceleri kafasını sevmemiz için yanımıza gelir ve ayakucumuzda uyur, benim uykum kaçarsa o da uyuyamaz, ben nereye Tuşpa oraya. Bazen birkaç günlüğüne evden uzak bir yere gidip döndüğümde, beni görünce koşarak yanıma gelip saatlerce sevdirmeden kaçarak bana kapris yapar mutlaka.....

 

 



Artık o bizim evimizin bir ferdi, ben ve küçük oğlum onu çok seviyoruz, öyle çok seviyoruz ki zavallıcık bazen bu abartılı sevgimiz yüzünden bizden kaçıp saklanıyor bir süre. Neyse ki eşim artık korkmuyor, Tuşpa’yı çok seviyor, sadece kucağına alıp sevmekten çekiniyor hala. Büyük oğlum, canım evladım; baktı ki biz çok seviyoruz, eskisi kadar tepki göstermiyor çok şükür….. İstese o da sevecek ama, bir yemin ettim ki dönemem misali…..
Kedi, köpek sevgisini, hayvanlarında sevgiye ihtiyaçlarının olduğunu mahzun bakışlarından hissedebilme duygusunu, dışarıda yaşayanlara yazın su, kışın yemek verdiğinizde hissettiğimiz huzuru dünyadaki tekamül yolculuğumuzun bir aşaması olarak görüyorum. Sevgi duygusunu ve onu hissetmeyi seven bir insan olarak ben bile bu kadar geç kalmışken, Allah olmayanlara da nasip etsin….......
 

18 Şubat 2015 Çarşamba

Bu Son Olsun




Geçen hafta yaşanan bir genç kıza, taze bir fidana, bir evlada, bir insana yapılan tecavüz teşebbüsü ve hunharca cinayetin üzüntüsü, yeisi (karamsarlığı) ve korkusu içindeyiz hepimiz.

Birkaç dakikalık iğrenç nefis yenilgisi (en yazılabilir kelimeler) için, bu nasıl bir infilak  durumudur ki kadınların, genç kızların ve çocukların hayatları karartılıyor, işkenceler yapılıyor, yok ediliyor ve onlarla birlikte anneleri, babaları, kardeşleri, sevenleri yaşayan ölülere döndürülüyor. Bu olaylar neticesinde toplumun vicdanı derinden sarsılıyor, yaralanıyor, herkesi öfke, çaresizlik, savunmasız olma korkuları sarıyor..... 

Gazetelerde okuduğum, televizyonlarda duyduğum bir çok şiddet ve vahşet haberinin yanı sıra hekim olarak başvuran hastalarımdan gözyaşları içinde dinlediğim ya da katıldığım toplantılarda, komisyonlarda anlatılan yaşanmış olaylardan; bir kadın, bir insan, bir anne olarak her zaman çok ürktüm, çok korktum, günlerce kendime gelemedim. Yine öyle bir ruh hali içerisindeyim....... 




 
Düşünüyorum da..... her kadın gibi hep korkuyla yaşamışım hayatım boyunca, her zaman dikkatli biraz paranoyak biraz obsesif kompulsif bir yaşam….. Hatırlayabildiğim en eski hatıralarımdan biri annemin ve babamın beni korumak için küçücük bir çocukken bile hiç kimsenin kucağına oturtmadıkları. Sonraki yıllarda ağabeyi olan kız arkadaşlarımın evine asla göndermediklerini, ekmek almak için gittiğim bakkal dükkanında kimse yoksa kapıda durarak satın alacağım şeyi istememi, dükkanın içine girmememi, inşaatların önünden geçmememi, kaldırımın yola yakın kenarından yürümememi tembihlediklerini ve beni ciddi şekilde korkuttuklarını hatırlıyorum. Taciz olarak niteleyebileceğim bir anım, ilkokulun yan tarafındaki binanın girişinde bulunan ayakkabı tamircisi dükkanındaki en az altmış yaşlarındaki tamirci ile ilgili. Üç kız arkadaş tamir için ayakkabı götürmüştük,  tamirci erektil mahrem yerini göstererek oturuyor ve şarkı söyleyerek ayakkabıları tamir ediyordu. Elimizdeki ayakkabıları bıraktığımız gibi dükkandan kaçmıştık, 10-15 dakika sonra babamla ayakkabıyı almak için gittiğimizde ise hemen önlükle önünü örtmüştü. Bir diğer anım ise benden beş yaş küçük, tombiş, sarışın, güzel bir çocuk olan teyzemin kızı Esra’yı yüksek bir duvarın üzerinde anahtar aratma bahanesiyle poposundan tutup kaldıran; geri zekalı, ihtiyar şiş göbekli adama kitap dolu okul çantamla defalarca vurmuştum.
Ortaokul öğrencisiyken, ev okul arasında mahalleden en az iki üç kız arkadaş birlikte gidip gelir, birbirimizi kollardık. Kızları takip etmek çok yaygındı galiba, bizi sessizce bir köpek gibi takip eden tipler olurdu. Laf atılması, otobüste fortçuluk zaten sokağa çıkmanın bedeli olan kabul edilmiş çaresizlikti her genç kız için.

Daha sonra üniversite okumak için ilk kez evimden ayrılarak uzak bilmediğim bir şehre gittim, ailemin ve uzak akrabalarımın binlerce nasihati ile. Üniversite ve daha sonra mecburi hizmet yıllarında yaşadığım şehirlerden memleketime gidip gelirken yaptığım on saatlik otobüs yolculuklarında ihtiyaç molasına inmekten çok korkardım. Şoför, muavin, yolcu fark etmez birisi mutlaka takip edip laf atardı.  Sabahın erken saatinde otobüslerin otogara girmeden şehirler arası yolun kenarına yolcu indirmelerinin adet olduğu yıllarda, memleketime gelişlerimde canım kardeşlerim beni saatlerce yolun kenarında beklerlerdi. Ama birkaç defa, son sürat gaza basan otobüsün en az iki saat erken varması nedeniyle alacakaranlık bir vakitte bavulumla yolun kenarında kalmışlığım, o yıllarda cep telefonu olmadığı için eve haber veremeden bavulumu sürükleye sürükleye korku içinde eve varmışlığım vardır çok şükür.   



 
 

Bu yaşımda bile, çok sevmeme rağmen çiçekler ağaçlarla bezeli güzelim parklarda, yeşil alanlarda dolaşmaktan hep korkarım. Değil yalnız başına küçük çocuklarla veya bir kız arkadaşımla dolaşmaya bile "ya başımıza bir şey gelirse korkusuyla" çekinirim. Günlerdir sosyal medyada yer alan İngiliz yargıcın kararı gerçekten ne kadar yerinde ve etkileyici bir karar olmuş diye düşünüyorum. (İngiliz yargıç, gece yarısı parktan geçen kızı korkutan adama, 7 yıl, 7 gün hapis cezası verince, şaşıran gazeteciler sormuşlar; "adam kıza elini bile süremedi. Kaçan kızın çığlıklarına yetişenler de adamı yakaladılar. Bu 7 yıl, 7 gün çok değil mi?" yargıcın yanıtı hukuk tarihine geçecek düzeydedir. " Kızı korkutmanın karşılığı 7 gündür. 7 yıl ise ingiliz kızlarının gece yarısı parkta dolaşma özgürlüklerine saldırmanın cezasıdır.")
Kişilere yönelik taciz, tecavüz, soygun amaçlı darp gibi olaylar tüm dünyada yaygın olmasına rağmen; kişisel koruyucu teknolojik  tedbirler neden yok, ya da neden yetersiz kaldı anlamak mümkün değil. İnsanlar paralarını, arabalarını, evlerini, iş yerlerini korumak için bir çok alarm sistemleri geliştirdiler ama bu kadar ileri teknolojilere rağmen neden kişileri de koruyan alarm sistemleri günlük yaşamda kullanılmıyor hala. Yıllar önce 1989 yılındaki Romanya ile ilgili haberlerden birinde, Nikolay Çavuşesku veya eşi Elena  Çavuşesku’nun dişlerine yerleştirilmiş bir takip cihazından bahsedilmişti. Bugünün teknolojisi ile böyle bir durumda kişinin dişlerini birbirine vurması ile harekete geçerek ailesine alarmla haber verecek bir sistemin yapılabilmesi çok mu zor. Veya alarmlı, koruyucu kalkanvari bir sistem........

  



Kadına şiddet ve tecavüz insanlığın en büyük ayıbı ve utancıdır. Dünya sinemasında konunun işlendiği çok etkileyici iki film  hatırlıyorum.
1988 yapımı, Jodie Foster'ın  en iyi kadın oyuncu Oscar'ını aldığı, The Accused (Sanık) filminde; tecavüz mağduru bir kadının, tecavüzcülerin aldıkları hafif cezaya karşı, savunma avukatı (Kelly McGillis) ile birlikte mücadelesini anlatılıyordu.
1993 yapımı Sylvester Stallone, Sandra Bullock’un oynadığı, kusursuz gelecek ütopyası temalı bilimkurgu ve aksiyon filmi olan  Demolition Man (Cezalandırıcı) ise; 2032 yılında San Angeles şehrinde (Los Angeles ve San Fransisco birleştirilmiş) geçiyordu. Suçlu insanların yerin altında bir tünelde dondurulduğu, şiddetin çok azaldığı, ateşli silahların ancak müzelerde görüldüğü, insanların barış içinde yaşadığı bir dünyayı anlatıyordu. Filmde Sandra Bullock, AIDS ve cinsel yolla bulaşan hastalıklardan korunmak amacıyla partnerinin ve kendi başına bir cihaz takıp karşılıklı koltuklarda oturarak beyin dalgaları yoluyla seks yapıyordu.





Aslında tüm insanlar günahsız mini minnacık, melek yüzlü bebekler olarak doğuyorlar,  daha sonra bazılarının beyninde bir yerlerde bir şeyler nasıl ve ne şekilde etkileniyor ki  değişime uğrayarak saldırgan, vicdansız, acımasız, merhametsiz, insaniyetten uzak, canavarlara dönüşüyorlar. Kadınların, çocukların ve savunmasız her bireyin şiddet görmesinin, öldürülmesinin önlenmesi, cinsiyet ayırmaksınız her vatandaşın canının, haklarının korunması konusunda toplumun her kesiminin üzerine düşeni yapmak için daha çok çalışması gerekiyor. Şüphesiz bugüne kadar kurumsal olarak birçok araştırma ve analiz yapılmış olup eylem planları doğrultusunda çalışmalar başlatılmış ve sürdürülmektedir. Ancak yapılanlar yeterli olmuyor ki bu vahşet hala bitmedi. Hukuk, emniyet, psikoloji, sosyoloji, çocuk ergen sağlığı, üroloji, teknoloji, güvenlik sistemleri, televizyon, gazete, dergi, medya sektörü, reklamcılık, güvenli internet ulaşımı, edebiyat, felsefe, sanatçılar, din alimleri, toplum önderleri, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, ilgili tüm kişi ve kurumlar tarafından  "multisektörel yaklaşım" ile bilimsel olarak güncel analizler yapılmalı, önlemler alınmalı ve yapılan çalışmalar hızlandırmalıdır.
Devletimiz tüm kurumları ile "sosyal kültürümüzde ve ortak yaşama kültüründe güçlü bir bilinçlendirmenin, bir seferberliğin başlatılması, güçlü bir iradenin sergilenmesi" için gereğini mutlaka en kısa zamanda yapacaktır.......



12 Şubat 2015 Perşembe

Memleketimde Birkaç Keyifli Gün.....


 


Annem ve kardeşlerimle hasret gidermek için bir kaç günlüğüne memleketim İzmit'e gitmek beni yine çok mutlu etti ve geçmiş günler, anılarım beni sardı sarmaladı, yıkadı, iyileştirdi…….
İzmit'e gidince ailemle buluşup biraz muhabbet ettikten sonra ilk yaptığım şey, Fethiye caddesinde yukarıdan aşağıya yürüyüşe çıkmak. Ardından demiryolu caddesinden eski mahallemize doğru devam ederek çocukluğumda oturduğumuz evlerin önünde durup balkonda, pencerede, sokakta anılarımı ve o yaşlardaki hayalimi aramak.


 

 
Daha sonra okuduğum okullara giderim. Önce Ulugazi İlkokulunun bahçesinde birinci sınıfta bir elinde kartopu tatlısı (patlamış mısırın kırmızı renkli şekerle yapıştırılarak portakal boyutunda yuvarlanmış hali) bir elinde simitle koşan, sonraki yıllarda milli bayramlarda mikrofonla şiir okuyan (unuttuğu satırları uyduran) tombiş yanaklı kız çocuğu hallerimi,  baba şefkati ve ihtimamıyla bizleri yetiştiren, okuma sevgisi ve özgüven aşılayan sevgili ilkokul öğretmenim Necmettin Uğur'u, sınıf arkadaşlarımı hayalimde canlandırırım.


 
 

Mutlu mesut yolda yürürken, bir anda 1999 depreminde yıkılan binaların yerine yapılan yeni binaları görünce hüzünlenirim, şehrimin yaşadığı acılar ve kaybettiğimiz tanıdıklar canlanır gözümde ve ruhlarına Fatiha okurum.....
30-40 yıllık binaların önünden geçerken iyi hissederim kendimi, onları bıraktığım gibi eski yerlerinde bulduğum için. O binalarda oturan aile dostlarımızı hatırlar, hala orada oturan varsa uğrar hatırlarını sorarım.....





Oradan İzmit Ortaokuluna doğru yürürüm, önündeki banklara oturur soluklanırım biraz. Ergen halim canlanır gözlerimde sıska, saçları uzun iki örgülü, ön sıralarda oturan, kompozisyon yarışmalarına katılan, neşeli, heyecanlı, arkadaş canlısı ve okulunu seven. Çok çalıştığım sosyal bilgiler sınavında tuvaletim geldiği için erken çıkmak zorunda kalışımı hatırlarım birden. Sonra beden eğitimi dersinde E. öğretmenin bacaklarıma vurduğu sopanın korkusuyla üç katlı kasadan atlamak zorunda kalışımı, atlayamayışımı, boynumda fıtık başlangıcı olmasını ve haftalarca boynumu hareket ettiremeyişimi. Ömrüm boyunca biraz zorlayınca boynumda bir ağrı hissettim, acaba beden eğitimi derslerinde hala kasadan atlama var mı?
 


Ortaokulumun tam karşısında lisem vardır. İzmit Lisesinin bahçesine girer dolaşırım, bahçe ve binanın merdivenleri, bir çok töreni, arkadaşlarımı ve öğretmenlerimi hatırlatır.
Gençliğimin ilk yılları, biraz ürkek, fazlasıyla kırılgan, edebiyat dersini çok seven, bol bol kitap okuyan, şiirler yazan, şarkı sözleri ezberleyen, romantik. Fransızcayı bana sevdiren Firuzan öğretmenim ve elmalı turtaları, lise ikinci sınıfta matematik dersinden birinci dönem aldığım zayıf notlardan sonra matematik öğretmeni olan rahmetli babacığımın çalıştırması sonucu yüksek not aldığımda inanamayan M. öğretmenin beni küçümsemesi ve üniversite sınavına hazırlık telaşesi anılarım "hatırla, hatırla beni" diye sıraya girer.....


 

Senede en az üç dört defa bu anılarda dolaşma ritüelini tekrarlarım, ilginç bir şekilde bu  nostalji hem hüzün verir hem de keyif.
Ertesi gün ailemle birlikte Seka parka gittik. İzmit'liler için son beş yılın alışkanlığı, keyfi ve güzelliği. Çünkü İzmit'te doğup büyümüş, sonraki yıllarda her zaman şehre gelip giden bir insan olarak deniz kenarında bir şehirde yaşadığımızı pek hissedememiştim.

 
 

 
 
Çocukluğumda 28 haziranda açılan ve bir ay süren fuarda dolaşırken körfezin en ucundaki denizi görürdüm sadece. Seka parkın yapılmasıyla deniz kenarında bir şehirde yaşadığımızı anladım. Barselona sahili gibi güzel hatta muhteşem, şahane, harika bu parkı yapanlara çok teşekkürler…….




Seka parka gelip te balık ekmek yemeden olmaz, denize karşı çay içeriz, yazın muhteşem lezzette dondurmalar vardır sahildeki kafeteryalarda, servisleri de çok şıktır kesinlikle.....
Hava şubat ayı olmasına rağmen çok güzeldi ama ailece  gripten yeni çıktığımız için dondurma yerine pamuk helvayla yetindik, balık ekmeğimizi yedik, çayımızı yudumladık afiyetle. Yeğenlerimle çocuklaştım, ailece bindiğimiz büyük salıncakta sallandık, eğlendik, koştuk, aletlerde spor yaptık, çocuklar ginger ve bisiklete bindiler.







Çocukluğumdan kalma bir salıncak anım vardır. Sekiz yaşında bir oyuncaktan diğerine deli deli  koştuğum bir park gününde, tahta salıncakta ayakta sallanan beşinci sınıfta okuyan şımarık bir kızın kafamın tepesine salıncağın tahtasını çarpmasıyla yere yapışmıştım. Kafamdan kan fışkırıyordu ve annem çıldırmış bir durumda ne yapacağını bilemeden bağırıyor ve yaşlı bir adam mendiliyle kafamdaki yarayı bastırıp kanı durdurmaya çalışıyordu, hatırladığım.... Sonra canlı canlı  pens dikiş takıldı iki tane ve bir gün beni uyutmadılar beyin kanaması korkusuyla. Kafamda iz kaldı ve bu nedenle saçımı ortadan ayırmadım hiç........



 

Bir kaç satırcık hemşehricilik ile ilgili yazmak istiyorum. Sanırım hemşehricilik duygusunun diğer şehirlere göre oldukça zayıf kaldığı şehirlerden birisidir İzmit'li olmak.
Bunca yıldır Ankara'da yaşarım, bir çok devlet dairesinde ve çeşitli iş yerlerinde bildiğim hemşehriler birbirlerini kollarlar, kayırırlar ve ben özenirim. Bu hemşehricilik durumu yazılı basında veya fısıltı gazetesinde eleştiri veya espri konusu olur zaman zaman. Ama aşırıya kaçılmadığı sürece bu güzel bir aidiyet duygusudur, her daim insanları iyi hissettirir, özellikle büyük şehirde yalnızlık hissettirmez.
Ya denk gelmedi, ya da Ankara'da özellikle de sağlık sektöründe İzmit'li kimsecikler yok. İki yıl kadar önce Gazi Üniversitesi Tıp fakültesinde katıldığım toplantıda bir doktor arkadaşın İzmit Derince'li olduğunu öğrendiğimde, geçmiş hiç bir ortak anımız olmamasına rağmen çok mutlu olmuş ve sempati hissetmiştim. Şimdi toplantılarda karşılaşınca "n'aber hemşehrim" dediğimizde ikimizde kendimizi özel hissediyoruz ve birbirimizi destekliyoruz. 
 
 




İzmit anılarımı güzel bir tanesiyle bitireyim. En güzel hemşehrimiz Asuman Tuğberk hanımefendi Türkiye güzeli seçildiği zaman gazete ve dergilerde boy boy fotoğraflarını beğeniyle takip etmiştik arkadaşım Nesrin'le. Sonra Alemdar caddesindeki annesinin butiğinde onu görebilmek için vitrinindeki giysilere bakar gibi yapardık ve hayranlıkla Asuman hanımı seyrederdik, gerçekten çok güzeldi….
İzmit anılarım bugünlük bu kadar........





11 Şubat 2015 Çarşamba

Bugün Yine Kar Yağdı


 
 


 
 
Hazreti Mevlana Demiş ki;

Güvendiğiniz Dağlara Karlar Yağdığında,

 En Güzel Çare,

     Dağ ile Karı Baş Başa Bırakmaktır.

     Gün Gelip Karlar Eridiğinde;

Dağ Yolunuzu Gözleyince En Güzel Cevap,

     Başka Bir Dağdan Selam Yollamaktır.  



Şehirlerarası Otobüs Yolculuğu

 
 


Eminim üzerine en çok yazı, hikaye, roman, senaryo yazılan konulardan birisi yol ve yolculuk halleridir. Özellikle de şehirler arası otobüs yolculuğu çok komplike bir süreçtir.
Şehirlerarası otobüs yolculuğunu arafta olmaya benzetiyorum ben. Arkanda geçmiş, önünde varılacak bir yer ama sen otobüs koltuğunda yumak gibi oturmuş ve değişik bir haleti ruhiye içindesin, neredesin hangi frekanstasın sen bile bilmiyorsun……
Tıpkı grip olmak gibi garip bir durum......
Yolculuk halim normal halimden çok farklıdır, hani derler ya “bir insanı tanımak için beraber yolculuk etmek gerekir”, bu beni tanımak için pek uygun değil sanırım çünkü yolculuk halinde yanımda tanıdığım, sevdiğim insanlar olsa bile hiç konuşmak istemem, biraz kitap okur, biraz müzik dinler ama çokça düşünürüm…….
Bu nedenle otobüs yolculuğunu yalnız yapmaktan hoşlanırım, yanımda genç, yaşlı kim oturursa otursun sadece gülümseyerek selam verir ve hayal alemine dalarım. Bazen benim yaşlarımda veya daha büyük hanımefendiler sohbet etmek için girişimde bulunurlar, ama ben öyle dalgın olurum ki vazgeçmek zorunda kalırlar. İnanın kendimi beğenmişliğimden değil, benim yol halim bu. Yanımdaki gözümün nuru, canımın içi bile olsa o çok konuşkan ben gider sus pus bir insan olurum.
Üç dört ayda bir
şehirlerarası otobüs yolculuğu yapmak bana hayat muhasebesi yapmak açısından iyi geliyor.....
Herkese hayırlı yolculuklar......

 

9 Şubat 2015 Pazartesi

Şu Dünyada En Kıskandığım İnsanlar

                         


Benden daha akıllı, daha başarılı, daha zengin veya daha güzel insanları kıskandığımı gerçekten hatırlamıyorum. Olsa olsa bazen gıpta etmiş olabilirim…….

Ama illa ki benim de kıskandığım birileri var bu hayatta. Aileleriyle aynı şehirde yaşayan, güzel, özel ve zor günlerinde bir arada olma şansını yakalamış olanlar kesinlikle “Şu Dünyada En Kıskandığım İnsanlar”…….
 




Liseden mezun olana kadar İzmit'te annem babam ve benden küçük üç kardeşimle birarada çok güzel yıllar geçirmiştik. Memleketimden ve aile ocağından ilk kez uzak bir şehirde üniversite okumak için uzaklaştım. O günlerde üniversiteye başlamanın heyecanı ve derslerin zorluğunun yanısıra annemin, babamın, kardeşlerimin, evimizin, şehrimin özlemi ve gurbette olmanın yalnızlığı ile mahzun ve ürkek olduğumu hatırlıyorum. Bazen iki  üç ayda bir, beş altı gün kalmak için İzmit'e geldiğimde, ailemle ve yakınlarımla saatlerce sohbet edip yemek yerdik ve hasret giderirdik. İzmit’te turlamak, tanıdıklara gezmeye gitmek beni çok mutlu ederdi.

Yıllar böyle geçip gitti, fakülte mezuniyeti, yine uzak bir şehirde mecburi hizmet, daha sonra Ankara yılları ve yine özlem yine gurbet. Dini bayramlarda çoluk çocuk iki şehre birden gitmek çok yorucu olduğu için ramazan bayramında benim ailemin yaşadığı şehire, kurban bayramında ise eşimin ailesinin yaşadığı şehire gittik senelerce. Yaz tatillerimizin çoğu yine bu iki şehirde geçti. Ama her zaman bir hasret duygusu oldu içimizde.


 
 
 
 
Çocuklarımızı büyütürken ailelerimiz uzakta  ve Ankara'da hiç bir akrabamız olmadığı için hiç destek alamadık, çocukların ateşleri çıktığında bile gözyaşlarımız birbirine karışarak ateş düşürücü şurup ellerinde kreşe bıraktık. Oysa babaanne veya anneanne şefkatine ne kadar ihtiyacımız vardı o günlerde.....
Sinemaya, tiyatroya, davete veya bir düğüne gitmek istediğimizde çocuklarımızı bir kaç saatliğine teklifsizce  ve gönül rahatlığıyla bırakabileceğimiz, onlara seve seve bakacak candan yakınlarımız yoktu Ankara’da. Bazı samimi arkadaşlarımıza rica minnet bıraktığımızda ise aklımız hep geride kalırdı.
Yıllar su gibi akıp geçti, ebeveynlerimiz yaşlandılar, hasta oldular, bazılarını kaybettik ve hastalandıklarında saatler sonra yanlarına giderek evlatlık  yapabildik.
Bu nedenlerle üniversiteye başladığım yıldan itibaren ailesiyle aynı şehirde yaşayanları hep kıskandım. Hem kendi ebeveyn ve kardeşlerimle hem de eşimin ebeveyn ve kardeşleriyle aynı şehirde yaşamak isterdim. Birbirimizin güzel ve zor anlarında birlikte, sevgi, destek ve güven içinde.
 
 
 
 
 

İnsanların kariyerleri arttıkça aileleriyle özlem içinde yaşıyorlar, kendilerini yalnız hissediyorlar. Çünkü anne, baba ve kardeşlerin yakınlığını, sıcaklığını, yanlış anlaşılma çekincesi olmadan bazen zamansız çat kapı başka kiminle yaşayabilir ki insan. En yakın arkadaşlar bile aynı tadın onda birini bile veremezler, başka yerleri bilemeyeceğim ama ben Ankara'da böyle yaşadım ve hissettim senelerce.

Artık çocuklarım büyüdüler ve başka şehir hatta başka bir ülkede yaşamaya başladılar. En büyük hayalim onlarla aynı şehirde yaşamak, onlara ve torunlarıma yakın olmak. Öyle dip dibe değil, birbirine özgürlük alanı bırakarak, sevgileri sömürmeden, tüketmeden, karışmadan, bunaltmadan, farklı arkadaş çevresi olan, farklı semtlerde.

Benim yine İzmit'e gitme zamanım geldi, canım annemi, kardeşlerimi, yeğenlerimi çok özledim. Ve Fethiye caddesi, demiryolu caddesi, Yenicuma Camii - bahçesi, Seka park, Outlet center, Lise caddesi, çocuk parkını.......