Bir zamanlar
oturma odası ve misafir odası diye kavramlar vardı evlerimizde.....
Ve oturma odamızın baş köşesindeki büfenin üzerinde bir radyo dururdu, hem de üzeri dantel örtülü…..
Ve oturma odamızın baş köşesindeki büfenin üzerinde bir radyo dururdu, hem de üzeri dantel örtülü…..
Bizler radyonun
etrafında toplanır, heyecanla radyo tiyatrosu veya Orhan Boran ve Yuki programını
dinler, tıpkı kitap okurken yaptığımız gibi hayal gücümüzle görüntü canlandırmaya çalışırdık zihnimizde....
Derken günlerden bir gün ve aniden “sihirli kutu”, “görüntülü radyo” yani “televizyon”
hayatımıza girdiğinde ben henüz ortaokul öğrencisiydim…..
İlk olarak
karşı apartmandaki Suzan’ların “gösteriş yapmak
için olsa gerek” perdeleri hiç çekilmeyen penceresinden bakınca gördüm ışıklar saçan o sihirli
kutuyu….
Birkaç ay
sonra üst kat komşumuz banka müdürü Neriman abla televizyon aldı. Haftada iki
akşam onların kapısını usulca çalar, asık suratına rağmen sessizce hatta görünmez bir
şekilde bir kenara ilişerek seyrederdim salı akşamları başrollerinde Rock Hudson ve Susan Saint James'in rol aldığı Mc.Millan ve karısını, perşembe akşamları da Karanlıktaki Adam (longstreet a blind detective)
dizisini……
Yaklaşık üç
dört ay böyle geçti…. Sanırım Neriman ablanın gün geçtikçe daha çok asılan suratı annemin canına tak etti ve bir gün babama “çocuklar başkasının evine
gidiyor, ayıp oluyor, sen almazsan ben bileziklerimi satar alırım” ültimatomunu verdi. Annemden o güne kadar hiç böyle bir çıkış görmemiş olan babam bu ültimatomu ciddiye aldı ve evimize 56 ekran Grundig
marka televizyon geldiğinde takvimler
1973 yılının eylül ayını gösteriyordu……
Nostaljinin
hasını yapayım bari, 18. yüzyılda geçen "Küçük
Ev” dizisini öylesine severek ve içselleştirerek seyretmişim ki (kendimi Laura Ingalls zannederek) yıllar sonra Amerika’da, Lancaster
şehrinin çevresinde bulunan, elektrik dahil modern teknolojinin
bütün imkanlarını reddeden, faytonlarla dolaşan adeta
“Küçük Ev” dizisinin film platosu gibi olan “Amish” köylerinden geçerken Ingalls’ları görür gibi olmuştum….
Arsen Lupen, Tatlı Sert, Uzay Yolu, Uzay 1999, Aşk
Gemisi, Tatlı Cadı, Zengin ve Yoksul sevdiğim diğer yabancı dizilerdi, yerli dizi
olarak ise sadece Kaynanalar vardı ve
de “bizler Ali Veli makinist, bunlar vagonlarımız” şarkısını söyleyen "Oyun
Treni" programı......
Özellikle okulların tatil olduğu yaz aylarında televizyondaki yayın hiç
bitmesin isterdim. Her şeyi ama her şeyi seyrederdim merakla, heyecanla,
neşeyle……
1976 Yaz Olimpiyatları'nda jüriden 10 tam puan
alan ilk sporcu olarak tarihe geçen jimnastikçi Nadia Komaneci'nin ve artistik buz
pateninde Denise Biellmann'ın bütün hareketlerini hayranlıkla seyreder ve kaç puan alacaklarını
tahmin etmeye çalışırdım, o kadar yani…..
Siyah beyaz, tek kanallı televizyonun yayını, bayrak töreni ve İstiklal Marşı
ile erkenden biterdi, ardından bir süre "Televizyonunuzu Kapatmayı Unutmayınız" yazısı
görünürdü ekranda, sonra bir türlü anlam veremediğim
şekillerden oluşan ekran görüntüsünde bile
yerimden kalkmadan beklerdim ve
en son yağan kar görüntüsü başladığında umudu keser
televizyonu kapatırdım kös kös…..
Bir ara kimden duyduysam bilmiyorum, bazı televizyonlarda başka ülkelerin yayınlarının da izlenebildiği bilgisiyle (hayaliyle) saatlerce televizyonun düğmelerini milim milim ilerleterek görüntü
bulmaya çalışmıştım kaç gece, yağan kar görüntüsünden gözlerim şaşılaşana kadar…..
Artık günün veya gecenin hangi saati olursa olsun TV’nin
yüzlerce kanalında izleyecek yüzlerce program var, ama neden bilmiyorum eskisi gibi diziler ilgimi çekmiyor.....
Sanırım giderek birbirine benzeyen senaryolardan bunalmış olabilirim, yarışma ve yemek programları daha cazip geliyor.....
Zaten televizyonun karşısındaki koltuğa uzandığımda biraz gazete, biraz sosyal medya (blogger'lık), biraz TV derken uykuya yenik düşüyorum, toplamda yarım saatten fazla televizyon seyredemiyorum......
Sanırım giderek birbirine benzeyen senaryolardan bunalmış olabilirim, yarışma ve yemek programları daha cazip geliyor.....
Zaten televizyonun karşısındaki koltuğa uzandığımda biraz gazete, biraz sosyal medya (blogger'lık), biraz TV derken uykuya yenik düşüyorum, toplamda yarım saatten fazla televizyon seyredemiyorum......
Nereden nereye.........
İşte siyah beyaz bir eski resim
YanıtlaSilOturmuş sırt sırta birkaç genç adam
Gün açık besbelli baharmış mevsim
Gölgeler sularda naif ve saydam
Güzel bir nostalji şiiri.........
SilBiz de giderdik komşuya bir gün televizyonu biz daha seyrederken küüt diye kapatınca babama itiraz edip televizyonu aldırma işi anneme düşmüştü. :)
YanıtlaSilEvet, bir de sigortaları gevşetip elektrikler kesildi diyenler de vardı......
SilNostaljik bir masal gibi zevkle okunuyor yazınız Siyah-beyaz televizyon programları bile nasıl da güzeldi. Küçük evi izlemek büyük mutluluktu. İsmail Cem döneminde TRT ne kaliteli programlar yapardı.
YanıtlaSilBir masal gibi gerçekten...
Teşekkürler. İnanın sadece nostalji değil, kesinlikle sınırlı teknolojiye rağmen o zaman ki programların kültürel değeri daha yüksekti bugün izlemek üzere dayatılan birbirinin aynısı senaryolardan......
YanıtlaSilBu masalın çocuklarıyız biz.O günlere döndüm birden.Ne kadar huzurluyduk.Ama hafızanız beni çok etkiledi.Kaleminize sağlık.
YanıtlaSilNerdeen nereye. Bakalım ileride çocuklarımız bu günleri nasıl anlatacak?
YanıtlaSil