25 Kasım 2015 Çarşamba

Yine Aylardan Kasım

 
 
 



Sağlıklı ve hareketli yaşam için günde en az 10.000 adım atmayı gerçekleştirebilmek için bugün öğle arası Gençlik Parkında yürüyüş yaparken sonbaharın bütün ihtişamıyla sunduğu güzelliklerden büyülendim...... 
 

 
 
 
 
Aklımda Yıldırım Gürses’in “Sonbahar Rüzgarları”, Halil Sezai’nin “Sonbahar” ve Tual Grubunun (Söz-Müzik: İskender Timur Türsen) “Yine Aylardan Kasım” şarkılarının eşliğinde yine alem değiştirdim…….
 

 
 
 
 

Uzun süre yürüdükten sonra bir çay bahçesine oturdum, büyüyü bozmaktan korkarak usulca bir çay söyledim. Öğle güneşi ve çay bardağının sıcaklığında bütün yorgunluğumun geçtiğini hissederek bu güzellikler için çok teşekkür ettim……
 

  


*****Bu güzel sonbahar şarkıları size de nostaljik gelecek......

 
 
 
Yıldırım Gürses- “Sonbahar Rüzgarları”  
 
 
 Halil Sezai- “Sonbahar”
 
 
Tual- “Yine Aylardan Kasım”
 
 
 
 

Bazen Maske Takmak Lazım????????

 
 




Huyumdan suyumdan mıdır, Karadenizli olmaktan dolayı genetik bir özellik midir, yoksa hekim olarak kazandığım bir davranış biçimi midir nedir bilemiyorum……
Bildim bileli bende bir duygulara önem verme, empatik davranma halleri vardır....
Çevremdeki insanların hatta bütün canlıların an itibarıyla duygularını yakalamaya çalışırım ....
Bazen empatinin dozunu artırıp sempati bile yaparım. Bir anda "destek, anlayış, merhamet" gibi duygularım ayaklanıverir, karşımdakinin sıkıntılı bakışları içime işlerse o kişiyi alır bağrıma basıveririm.....

Canlı, heyecanlıyımdır genellikle.....
Benim sevincim, huzurum, sıkıntım, kırgınlığım, kızgınlığım yüzümden belli olur hemencecik.....
Önce bu hallerimi pek severdim. İletişim derslerinde “empatik yaklaşım” tavsiye edilir ya benim sonradan değil doğal halim bu diye övünürdüm hatta....
 
 

 
 
 
 
 
 

Gel zaman git zaman, bunun her daim iyi bir şey olmadığını öğrendim tecrübe ile....
Özellikle ciddi iş toplantılarında bulunma sıklığım arttıkça duygusuz “mekanik” bir duruşun daha güvenli ve rahat olduğunu fark ettim ve bende evrildim maalesef....
Toplantıların olmazsa olmaz kuralıdır; siz bir şeyi severek, isteyerek  savunursanız eğer başarılı olmanızdan korkanlar (mutlaka vardır hiç merak etmeyin) hemen olası olumsuzlukları sıralayarak yokuş yaparlar, aksini savunurlar, enerjinizi emiş gücü yüksek multi siklon teknolojisi ile yok etmeye çalışırlar. Sonuç olarak  coşkunuz kaçar hele bir de suratınızı sarkıtırsanız oooooh tam onların istediği olmuştur.....
Ardından durumu toparlamak için sesinizi yükseltirseniz ajite olduğunuzu ya da sesinizi titretip yenik düştüğünüzü gösterirseniz gelsin Sezen Aksu'nun  "seni yerler yerler” şarkısı......
 

 
 
 

 

Bu gibi deneyimlerden ötürü, zamanla öğrendiğim ve giderek geliştirdiğim "duyguları belli etmeyen bir maske takma alışkanlığı" toplantıyı hasarsız veya minimum hasarlı geçirmek için bire bir faydalı bir yöntem oldu benim için.......
Kasıtlı olarak pasif agresif davranışlar sergilense bile durumu kişiselleştirmeden, üzerime alınmadan, benim hak ettiğim, sebep olduğum, sorumlu olduğum bir durum değil diye düşünerek hoooop maskemi takıyorum. Ne güler yüz, ne sempati, ne empati, ne aşırı kibarlık, ne ajitasyon, ne telaş........
Ezik, kibirli, agresif veya savunmada olmadan öylece sakin, serin, kayıtsızca durabiliyorum. Sıfır duygu, donuk bakışlar, son günlerin moda tabiriyle "gayet cool bir kayıtsızlık hali" içinde ve mimiksiz bir yüzle robotik fabrika ayarına geçiyorum hemen....


Oooooh bi rahat, bi huzurla o süreci atlatıyorum ki, hiç gerilmeden....

Ruh sağlığınızı korumak için doktor tavsiyesi.....

 
 
 

24 Kasım 2015 Salı

Öğretmenim Canım Benim





Nur içinde yatsın babacığım, matematik öğretmeniydi….. 
Rize ve İzmit'te normal lise, endüstri meslek lisesi (nam-ı diğer sanat okulu) ticaret lisesi, imam hatip lisesi gibi çeşitli liselerde 35 yıl hizmet vermiş, yüzlerce öğrenci yetiştirmişti…..
Çocukken ve gençliğimde babamla çarşıda dolaşırken bir çok öğrencisinin ona saygıyla selam verip elini öpmelerinden gurur duyardım......

Çok çalışkan ve müteşebbis bir insan olan babacığım yaptığı işe yüreğini koymuştu, matematik kitabı yazmış, İzmit'in ilk dershanesi olan Cumhuriyet Dershanesini  1966 yılında kurmuş, bir çok öğrencisinin kariyerine katkısı olmuştu….


Babacığım kardeşlerimin ve benim eğitimlerimiz konusunda çok titiz davrandı, erken yaşlarımızda hedefler koydu, ufkumuzu açtı. Üniversite mezunu ve meslek sahibi olmamız için annemle beraber ellerinden geleni esirgemediler. Özellikle kız çocuklarının okuması, kimseye muhtaç olmamaları babam için çok önemliydi ve çevremizdeki birçok kişiyi etkileyerek kızlarını üniversiteye göndermeye teşvik etmişti…..

 
Azıcık tembellik yapmaya meylettiğimde kendi öğrencilik yıllarının ne kadar zor şartlarda geçtiğini, ilkokul için başka bir köye, orta okul için başka ilçeye, lise için Erzurum’a, üniversite için İstanbul’a gittiğini, üniversite öğrencisiyken İkinci Dünya Savaşı yılları olduğunu, karneyle ekmek verilen günlerde Rize'den pirinç ve kavurma getirdiğini ve aylarca kavurmalı pilav yaparak karnını doyurduğunu anlatırdı…..

 
Bizlere ve yüzlerce öğrencisine matematiği öğreten, sevdiren, bizleri yetiştiren babamı ve babam gibi bana emek veren ilkokul öğretmenim Necmettin Uğur'u rahmetle anıyor, tüm öğretmenlerimizin "Öğretmenler Günü'nü" kutluyorum.....

20 Kasım 2015 Cuma

Hissi Kablel Vuku







Hayat yolunda karşılaştığımız insanları, öncelikle birlikte yaşanan zaman kapsamında görsel, işitsel ve mantıksal daha sonra duygusal olarak değerlendiririz....

Beğenirsek "içimiz ısınırsa" eğer biraz da öngörü ya da önsezilerimizle (hissi kablel vuku) bize can dostu olup olamayacağını hissetmeye çalışırız, bu araştırma ve sezgileme sürecinin sonunda doğru insan olduklarına karar verir bağrımıza basarız……
Bazen verdiğimiz karar doğrudur, “can dostumuz” can yoldaşımız olur bir ömür boyu, her daim yanımızdadır. Ne mutlu böyle insanlara tıpkı Mevlana ve Şems-i Tebrizi gibidirler…..
Ama çoğunlukla önsezilerimiz de yanıldığımızı anlar, “ben ne kadar salakmışım” onun gerçek yüzünü görememişim diye kendimize kızarız…..

Ve ben de herhangi bir insan olarak; bu yaşa geldim hala iyi ile kötüyü ayırt edemiyorum diye kendimi hırpalarken Halil Cibran’ın sözlerine ve iyilik ile kötülüğün meseline rastladım……










Bir gün “iyilik” ve “kötülük” bir deniz kıyısında karşılaştılar.
Ve dediler:
“ Haydi denize girelim.”
Ve giysilerini çıkarıp sularda yüzdüler.
Bir süre sonra “kötülük” kıyıya dönüp “iyiliğin” giysilerine büründü ve yoluna gitti.
“İyilik” de denizden çıktı ve kendi giysilerini bulamadı.
Ama çıplak olmak utandırıyordu onu, çaresiz “kötülüğün” giysilerine büründü.
Yoluna devam etti.

O gün bu gündür insanlar onları birbirine karıştırır.
Ancak içlerinden “iyiliğin” gözlerinde ki ışıltıyı bilen kimileri vardır ki, giysilerine bakmaksızın tanırlar onu.
Ve yine “kötülüğün” yüzünü bilen kimileri de vardır ki, gözlerinden tanırlar “kötülüğü”……

Hissi kablel vukunuzun her daim "ama ille de dost seçiminizde" doğru olması dileğiyle.......



16 Kasım 2015 Pazartesi

Müziğin Tılsımı

 
 

 
Haftaya Pazartesi gününün tüm ciddiyetiyle başladım bu sabah.  Kendimi işime vermiş çalışırken uzaklardan yumuşacık ama tılsımlı bir melodi geldi kulağıma.....

Bir Julio Iglesias şarkısı, "Nathalie" ….
Gerçekten kadife sesi ve İspanyolcayı anlamasanız bile  tınısından romantik olduğunu hissettiğiniz kelimeleriyle ….
 
Beni aldı taaaa üniversite günlerime götürdü….. Geleceğe ürkerek hazırlanan, şaşkın ve sırılsıklam aşık bir genç kızı hatırladım aniden….
  

 
 
 
  
Sevdiğim başka bir şehirde, benden kilometrelerce uzaktaydı…..
Onu hem çok özlerdim  hem de çok merak ederdim, ne yapıyor o da beni düşünüyor mu, bu şarkıyı duyduğunda o da aynı duyguları hissediyor mu diye……
Onun sesini duyabilmek, onunla konuşabilmek için şehirlerarası jetonlardan alırdım, cebimdeki para kaç tanesine yeterse artık bazen beş  bazen sekiz tane olurdu….
Jeton aldıktan sonra şehirlerarası konuşulabilen telefon kulübesi bulurdum ve en az on kişilik bir kuyruğa girerdim…..


 
 
 

 
 
Kış mevsimindeysek İstanbul’un nemli soğuğu iliklerime kadar işlerdi, ama olsun az sonra sevdiğimin sesini duyacak olmanın heyecanıyla kendimi çok iyi hissederdim.
Sıra bana geldiğinde numaraları bıkmadan usanmadan tekrar tekrar çevirmeye başlardım, çünkü şehirlerarası telefon hemen bağlanamazdı, garip sesler çıkardı ahizeden ya da meşgul sesi…. Kuyruktakilerin kapıyı tıklatmalarını duymazdan gelirdim. Sonra nihayet yurdun telefonu açılırdı, santral görevlisine sevdiğimin adını söyledikten sonra anons sırasında beklerken kalbim hızla çarpardı.....  Bu arada jetonlar takır takır  giderdi, konuşmak için son üç jeton kalırdı sadece…..

Nerelerden nereye geldi teknoloji, hiç kimse böyle heyecanlar yaşamıyor şimdi, ya da zorluklar….

Önce elimdeki android telefondan görüntülü olarak sevdiğimi arayıp o günleri hatırlatayım ve akşama da evde nostaljik olarak Julio Iglesias  dinleyelim bari….



 
 
 
 
 
 

13 Kasım 2015 Cuma

Kaplan Anne'nin Zafer Marşı “Battle Hymn of the Tiger Mother”






 
 
Bu yazı 11.11.2015 tarihli "Kendi Hayallerimizden Yola Çıkarak Çocuklarımıza Hedefler Koyma Yanılgısı" yazıma gelen yorumlara cevabımdır.......

 
  
 
 
 
 
 
Çin asıllı ABD'li bir anne Amy Chua'nın (Harvard hukuk fakültesinde profesör), kızları Sophia Chua-Rubenfeld  ve Lulu Chua-Rubenfeld’e uyguladığı otoriter annelik hikayesini kaleme aldığı, yayımlandığı 2011 yılında ABD'de büyük ses getiren  (Time dergisine kapak olan) Kaplan Anne'nin Zafer Marşı “Battle Hymn of the Tiger Mother” adlı kitabı, çocuk eğitimi konusunda Çinli annelerin katı kurallarıyla Batılı annelerin rahatlığını karşılaştırıyor.
 
Amy Chua  “hırslı, disiplinli” ebeveyn olarak diyor ki: "Benim çocuğum sınıfın en iyisi olmalı". Batılı anneler ise çocuklarının ellerinden gelenin en iyisi ile yetiniyor…. 
 
 
 
 
 
 


Amy Chua’nın çocukları için koyduğu yasaklardan sadece birkaçı;

-Arkadaşta yatıya kalmak
-Arkadaşla oynamak
-Okul tiyatrosunda rol almak
-Okul tiyatrosunda rol almamaya sızlanmak
-A’dan düşük not almak
-Derslerde bir numara olmamak (beden eğitimi ve drama dersi dışındaki)
-Piyano ve keman dışında müzik âleti çalmak
-Piyano ya da keman çalmamak
-Bilgisayar ve playstation oyunları…..

Bir düşünün ve nasıl bir ebeveyn olmanız gerektiğine karar verin….

Amacınız nedir?????????
 
Sizin yapamadığınız, gerçekleştiremediğiniz ne varsa dayattığınız ve zorla yaptırdığınız, ihtiyaçlarını yok saydığınız, aşırı disiplinli ve başarılı “proje çocuk mu” yoksa “çocuğunuzun potansiyelini ortaya çıkarmak mı”.

Kararda sizin çocukta........

11 Kasım 2015 Çarşamba

Kendi Hayallerimizden Yola Çıkarak Çocuklarımıza Hedefler Koyma Yanılgısı


 



 
Çocuklarımızın geleceği ile ilgili hayallerimiz acımasız düzeyde zorlayıcı ve gerçeklerden uzak olmasın lütfen….
Onlar bizim canlarımız, onların bedensel, ruhsal ve sosyal sağlığı bize emanet edilmiş. Yavrularımızı iyi yetiştirmek için sevgi ve şefkat dolu güven ortamı sunmalı, şımartmadan değerli hissettirmeli, sorumluluğu paylaşarak hayata hazırlamaya çalışmalıyız……
Hayattan kendi beklentilerimizi, bulamadıklarımızı, yapamadıklarımızı, başaramadıklarımızı çocuklarımızdan beklememeli, onları mutsuz, kendini yetersiz hisseden, bizim hayallerimizi yerine getiremediği için mahcup ve bizden uzaklaşmak için fırsat kollayan bireyler haline getirmemeliyiz…..
Benim annem ve babam da daha ben küçücük bir çocukken önüme kocaman hedefler koymuşlar, benim için en uzun, yorucu (zaman zaman yıpratıcı) tahsili “mesleği” hayal etmişlerdi.....

Çocukluğumdan itibaren çalışkan ve sorumluluk sahibi olmam beklendi hep. Okul zamanı, bayramlar, yaz tatilinde bile ders çalışmaya zorlanırdım, ders çalışmadan geçirdiğim saatlerden vicdan azabı duymak zorunda bırakılırdım adeta….. 

En travmatiği ise başarılı olan başka çocuklarla karşılaştırılmaktı, oysa ben yarışmayı ve rekabeti hiç sevmiyordum, geriliyordum ve başaramayacağım diye paniğe kapılıyordum......


Bu rekabet ve yenilgi hissini oldukça derin biçimde yaşadığım bir anımı hatırladım şimdi.... Babamın iş arkadaşının kızı Gül özellikle matematikten her zaman 10 alırdı,  ilkokul ve ortaokul yıllarımızda ne zaman ailece görüşsek bizi yarıştırırlardı. Her zaman Gül daha başarılı olurdu, ben yarıştırılmaktan ve bu duruma aracılık yaptığı için matematikten nefret ederdim. Lise yıllarımızda babasının başka şehire tayini çıktığı için bu yarıştan kurtulmuştum…..

Hayatın garip bir tesadüfü olarak Gül ile aynı şehirde farklı fakültelerde tıp okuduk (tabii ki Gül'ün fakültesinin giriş puanı benim fakülteminkinden daha yüksekti) ve meslektaş olduk. Çocukluğumuzdaki yarışlarda yenik düşmenin ezikliğinden olsa gerek hayatım boyunca Gül'e (o şimdi profesör) karşı hep mesafeli oldum....
Yine aynı apartmanda oturduğumuz yaşıtlarımın, kuzenlerimin başarıları ile de karşılaştırıldığımı söylememe gerek var mı? (Kuzenler konusunu ayrıca yazacağım!)
 









Çocuklarımı yetiştirirken bu konuya çok özen gösterdim, onların iyi kalpli, mutlu, kendini değerli hisseden, saygılı, sevecen ve sorumluluk sahibi bireyler olmaları gelecekleriyle ilgili hedefleri kendilerinin koyabilmeleri için çaba harcadım......
Bu konuda kararlı olmama rağmen, sadece bir kez kendi hayalimden yola çıkarak hedef koyma girişimim olmuştu yanlışlıkla......
Çocukluğumdan beri bir müzik aleti çalabilmenin şahane ambiyansını hep hayal etmiş ve fırsat bulamamış, “başaramamıştım”. Büyük oğlum on yaşına geldiğinde onun için en iyi gitar dersi alabileceği hocayı araştırmış,  büyük zorluklarla ülkemizin en önemli gitar virtüözü Ahmet Kanneci’ye ulaşmayı başarmıştım, çok sağ olsun bizi kırmamıştı. Biz sekiz ay boyunca her hafta sonu çok mutlu bir şekilde hocanın stüdyosuna gittik. Oğlum gitar derslerinde başarılıydı ama hafta sonlarında futbol oynamak, koşmak, atlayıp zıplamak istiyordu ve bir gün “siz oğlum gitar çalıyor diye hava atacaksınız diye daha fazla bu ders eziyetine katlanmak istemiyorum” dedi. Bana kal geldi resmen…..
Ben ne yapıyorum dedim kendi kendime, çocuğumu istemediği bir şeyi yapmaya zorluyorum diye üzüldüm ve ısrar etmedim.......  
Bazen ailece deniz kenarında yürüyüş yaparken, etrafı neşeli insanlarla çevrilmiş gitar çalan bir genç gördüğümde oğluma o cümlesini hatırlatıyorum, gülümsüyoruz……. 

En güzel/en yakışıklı, en uyumlu, en çalışkan, en başarılı çocuğun ebeveyni olma kompleksinden vazgeçerek gerçekçi bir yaklaşımla evlatlarımızın yeteneğine, kapasitesine, ruh iklimine uygun,  hedefler belirlemelerine yardımcı olmak daha doğru ve akılcı olur diye düşünüyorum......

9 Kasım 2015 Pazartesi

Aklımıza Gelen “Ayıp/Yasak/Suç” Temalı Düşünceler….

 
 
 




Bazen hepimizin aklından saniyeden bile daha az bir an “şimşek çakar gibi “ ayıp/yasak/suç  sayılabilecek davranışları yapmak geçer, hemen kendimize gelir "nasıl böyle düşünürüm ya"  diye şaşırır ve “gerçekten yapabilir  miyim” korkusuyla ürpeririz....
Böyle suçlu düşünceler aklımıza neden gelir gider bilemiyorum, bunun cevabını bulmak psikiyatristlerin işi.....
Ben bir halk sağlıkçı olarak yakın çevremdeki gayet normal insanlara "aklınıza saniyeden bile daha az bir an olarak ve şimşek çakar gibi  hangi ayıp/yasak/suç  sayılan davranışları yapmak geliyor ve geçiyor" sorusunu sordum......



 
 
 
 

Cevapları ilginçliğine göre sıralıyorum....
- Saçma sapan, abuk subuk konuşan insanları susturmak için davranışta bulunmak (kes sesini demek, arkasına bile bakmadan orayı terketmek, elinin tersiyle ağzının ortasına çakmak)
- Kızdığımız insanların veya rakiplerimizin ölmesini dilemek
- Sevmediğimiz insanların başına kötü bir şey geldiğinde için için sevinmek
- Futbol fanatiklerinin yanında rakip takımın sloganını yüksek sesle söylemek
- Çok ciddi bir toplantıda kahkahalarla gülmek
- Daha kıdemli kişiye (yöneticiye) ismiyle hitap etmek
- Gözler önündeyken burun karıştırmak, kaşınmak veya dil çıkarmak
-Topluluk önünde konuşma yaparken sorularıyla iğnelemeye çalışanlara acımasızca  hadlerini bildirmek
- Yıllardır bilinip saklanan sırları ilan etmek (ispiyonculuk yapmak)
- Asansörde veya dolmuşta sadece bir kişiyle kalınca korkup kötü senaryolar yazmak
- Herkesin yağcılık yaptığı kişilere "dümdük" gerçekleri söylemek, kusurlarını sıralamak
- Alışveriş yaparken ödeme yapmadan birşeyler yemek
- Sinirlenince bardakları, tabakları yere atıp kırmak
- Mutfak balkonundan masa örtüsünü çırpmak
- Önemli bir toplantıdan aniden kaçmak, saklanmak
- Sinirlenince kibarlığı (hanımefendiliği) bir yana bırakıp bağırarak küfretmek
- Çiçek çalmak (özellikle fide, dal, yaprak)
- Teleferikte zıplamak
 
 
Not: Laf aramızda son dördü benimkiler.......
Sizde neler var, yazarsanız sevinirim...... 

 
 

 
 
 

Çam Ağacı Dibinde Ot Bitmez mi……

 
 
 




Bizim oralarda; çam ağacı gibi dibinde ot bitmez derler, kimsenin elinden tutmayan bencil insanlara….
  


 
 
 
Oysa zor durumda olan birini kollamak, gözetmek, yardımcı olmak, gelişmesine, yetişmesine, ilerlemesine katkıda bulunmak ne güzeldir, ne keyiflidir.....

Ne faydalıdır hem meyva veren hem de altında güller, çiçekler yetişen elma ağacı olmak....
 
Veren el alan elden üstündür...

Gerçek mutluluk; İnsanın aldıklarında değil verdiklerinde gizlidir... (Mozart)
 
 
 
 
 
 
 
 
 

6 Kasım 2015 Cuma

Damak Zevki








Damak zevki yöresel, kültürel, etnik ne dersiniz bilmem ama öğrenilmiş bir zevktir genellikle….

Ülke veya şehir mutfakları; hiç şüphesiz coğrafya, dini kurallar ve tarihi birikim “kültür” ile şekillenir, öncelikle o coğrafyada, o yörede yetişen malzeme bolluğu ile ilişkilidir…..

Rahmetli babacığım,  memleketi Rize'den akrabalarının hediye olarak getirdikleri kıllı tulum içindeki kokulu peyniri, kuyruk yağıyla  yapılmış kara lahana çorbasını ve kavurmayı öyle iştahla ve severek yerdi ki......
Bu yöresel yemekleri bizimde severek yememizi isterdi ama ne mümkün, yememiz için önümüze konulan bir kaşık kadarını bile değil severek yemek ağzımıza almak istemezdik o zamanlar....
Yıllar geçtikçe belki meraktan, belki ön yargılı davranmama konusunda kendimi geliştirdiğim için belki de nostaljiden bazılarını severek yeme alışkanlığı kazandım. Sadece babamın etnik damak zevkini yansıtan yemekleri değil tayin, toplantı, tatil gibi nedenlerle  bir çok yerli veya yabancı yöreye yaptığım seyahatlerde değişik tadlarda yemekleri tatma ve evde deneme konusunda cesur oldum her zaman.....

Hamur işleri, pilav, peynir, her türlü ot yemeği, tatlı çeşitleri ve bazı deniz ürünlerini tereddütsüz yerken, ciğer, bumbar dolması, beyin salatası, darp, işkembe çorbası gibi sakatat yemeklerini yeme konusunda temkinli bir tavır içinde oldum genellikle. Benden başka tüm aile bireylerinin iştahla yiyip hemen tükettiği bu yemekleri  çok lezzetli bir şekilde yapan rahmetli kayınvalidemi üzmüş olabirim......

Birde herkesin çok severek yediği Trabzon hurmasının buruk ve kekremsi tadı hiç keyif vermedi bana.......
Ayyyyy ben de ne betermişim böyle, yazarken fark ettim ve biraz mahcup hissettim....


  




Benim de çok sevdiğim ve ayıptır söylemesi gayet güzel yaptığım yemekleri beğenmeyenler oluyor bazen. Eeeeee etme bulma dünyası.......
Japon komşumdan öğrendiğim ve sık sık yaptığım suşileri iştahla yiyenler olduğu gibi yemeye çekinenler de oluyor. Nereden öğrenmişlerse "içinde çiğ balık var, yemeyiz” dediklerinde ise suşinin içine koyduğum balığın (mezgitten hazırlanmış surumi) aslında buharda pişirilmiş olduğunu, "bunu yemek bizi bozar" diyenlere ise Japonların iyi insanlar olduğunu ve Türklerle tarih boyunca hiç bir sorunları olmadığını söyleyerek ikna etmeye çalışıyorum....







Aslında yeni tadlar keşfetmek, farklı kültürlerle tanışmak güzel bir şey ve herkesin damak zevki farklıdır, saygı duymak gerekir desek bile özellikle güneydoğu Asya ülkelerinin mutfakları başka bir dünyadan gelmiş gibi.....  
Çok ilginç, en yenmeyecek sandığımız, bazen iğrenç olarak nitelendireceğimiz, kokusundan hiç bahsetmeden görmeye, adını bile duymaya katlanamayacağımız, midemizi ayağa kaldıracak şeyleri lezzetle, keyifle, iştahla yiyorlar. Her türlü sinek, böcek, kertenkele, akrep, kurbağa, fare  file kadar her hayvanın larva, yumurta, kan tüm organlarını hatta kuş yuvasını bile………

Yukarıda fotoğrafta gördüğümüz, lağım gibi kokması nedeniyle havaalanlarına girişi yasaklanmış olan deniz kestanesi görünümlü "durian" isimli meyve var ki kokusunu duyanlar unutamıyor......
Bu durumda bize ancak “bizden uzak, size afiyet olsun” demek düşer…….
Ve..... olur da bu ülkelere seyahat edersek bavulumuzun bir köşesine peynir, zeytin, peksimet doldurmak şart olur…..

3 Kasım 2015 Salı

Ne İçindeyim Zamanın Ne de Büsbütün Dışında

 
  


 
Ne içindeyim zamanın
  Ne de büsbütün dışında,
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmış akışında.

Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
  Benim kadar hafif değil.

Başım sükutu öğüten
   Uçsuz, bucaksız değirmen,
İçim muradıma ermiş
   Abasız, postsuz bir derviş.

  Kökü bende bir sarmaşık
  Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
         Ortasında yüzmekteyim.
       
 
 
 
 
Çocukluğunda "bilim kurgunun babası" Jules Verne’in romanlarını  ezberlemiş, o günlerden  beri bilim kurgu meraklısı, Yapay Zeka (Artificial Intelligence) gibi filmleri  en az beş kez seyretmiş  benim gibi bir hayalcinin en sevdiği şiirin de Tanpınar ustanın bu şiirinin olması pek şaşırtıcı değil sanırım…..