22 Aralık 2017 Cuma

Kış Güneşi

.
 
 
 

Aralık ayının 21’i, en uzun gece, en kısa gün…..

Size de oluyor mu bilmiyorum,  mevsimsel olarak benim duygu durumum değişiklik gösteriyor, yaşama sevincim azalıyor güneşi az gördüğümüz kısa kış günlerinde.....
 

Adeta hafif bir anestezik koklamışçasına, duygusal olarak kış uykusu moduna geçiyorum. Üzerime bir rehavet hali, uyuşukluk çöküyor, kendimi yorgun hissediyorum, uyuma isteğim artıyor, mızmızlaşıyorum ve en önemlisi tipik bir yengeç olarak zaten alınganım, bu kısa günlerde alınganlığın dozunu artırıyorum…..
 
 
 


  
Güneş ışığının antidepresan etkisi var kesinlikle, vücudumuzu, içimizi, ruhumuzu ısıtıyor. Güneş ışığını sömürdüğümüz saatler azalınca serotonin hormonumuz düşüyor, melatonin hormonumuz ise artıyor..... 
Melatonin ışık etkisiyle baskılanan, uykuya dalmamızı sağlayan hormonumuz. Yaniiii, bu hallerimizin esbab-ı mucibesi…..

Peki ya günlerin iyice kısaldığı kuzey ülkelerinde yaşayanlar nasıl geçiriyorlar bu uzun upuzun geceleri. Ülke olarak şanslıyız yine de……



 

11 Aralık 2017 Pazartesi

Gönlü Açık Olanın Yolu da Açık Olur…..

.

 
 
 

Geçen ay yaptığım İstanbul seyahatinde, Nevizade sokakta Mirkelam konserine de gitmiştim. Salon gençlerle doluydu ve ben yakışıklı oğlumla çok keyifli bir akşam geçirmiştim.

Mirkelam'ın tüm şarkılarını bildiğimi sanırdım ama "Yollar" şarkısına dikkat etmemişim meğer. Şarkının müziği ve sözlerine bayıldım, ertesi hafta sonu İzmit'e  yaptığım otobüs yolculuğunda bu şarkıyı dinledim defalarca.....

Yukarıdaki fotoğrafı  tesadüfen yakalayınca, yol ve yolculuk hakkında düşünceler beni sardı ve yol hakkında söylenmiş sözleri araştırdım biraz......



 
 

Bir yol varsa hakikate varan, bir yolcu lazım kendini arayan. Bir hancı varsa yolcuları ağırlayan, bir aşk lazım yola koyduran. Mevlana

Uzun ince bir yoldayım. Gidiyorum gündüz gece. Bilmiyorum ne haldeyim. Gidiyorum gündüz gece. Aşık Veysel

Yola çıktıklarını yolda bulduklarına değişirsen; hem yolunu kaybedersin, hem dostunu. N.F.Kısakürek

Aynı yolu beraber yürüdüğümüzü sandığımız insanlar, aslında bize sadece gidecekleri yere kadar eşlik ediyor. M. Twain

Eğer yürüdüğünüz yolda güçlük ve engel yoksa bilin ki o yol sizi bir yere ulaştırmaz. B.Shaw

Gideceğin yoldan eminsen, engeller dinlenme noktan olmaktan öteye gidemez. P. Coelho
 
Mutluluk, gidilen yolun üzerindedir, yolun sonunda değil. Yolun sonunda olsa, ona varıldığında yol bitmiş ve vakit de geçmiş olurdu. Mutlu olmanın zamanı ise bugündür, yarın değil. Mevlana
 
 
 

22 Kasım 2017 Çarşamba

İstanbul Zamanım Gelmiş….

.
 
 
 
 

Otuz küsur yıldır Ankara’da yaşamak kolay değil. İnsanı yoruyor....

İş yoğunluğunun sürekli koşuşturmaca temposu, bazen kasvetli bazen gergin gündem belli bir süre sonra beni en küçük bir olumsuzluğa dahi tahammül edemeyecek hale getirdiğinde, hoooop “ içinde deniz ve sanat olan bir şehire” kaçıyorum.

Kısacık bir tatil bile kendimi toparlayabilmemi sağlıyor. Özellikle de eşsiz güzellikteki İstanbul bana çok iyi geliyor…..

Geçen hafta iyice yoruldum, bitkinleştim sonra aklıma geldi birden ve “sakin ol, senin İstanbul zamanın gelmiş" dedim kendime. Nefesimi tuttum ve atladığım gibi soluğu Boğaz kenarında aldım….

Oh ki ne ohhhhhh….
 
 
 
 

 
 
İki gün içinde her dakikayı değerlendirme paniğimle, şekerci dükkanına girmiş çocuk gibi hissediyordum. Ankara’daki ağır hanımefendi formatından “kalbi anlamsız sevinçlerle dolu çocuk” formatına geçtim hemen.

Oğlum bana program hazırlamış, cumartesi sabahı kahvaltı için yeni keşfettiği yerlere götürüyor, ama ben bir şeyleri eksik hissediyorum ve galiba bir çocuk gibi bakışlarıma yansıtıyorum orayı benimsemediğimi, beni heyecanlandırmadığını. Çünkü benim gibi Ankara’dan gelen birinin İstanbul ziyareti mutlaka deniz kenarında olmalı. Kahvaltıyı hızlıca bitirip Boğaz’ı gören bir program yaptık….

Veeeee sanat zamanı. İlk durak Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesinde (SSM) , Çinli sanatçı Ai Weiwei’in  “Ai Weiwei Porselene Dair” sergisi….

 
 
 
 
 
 

Girişte Ai Weiwei önce sözleriyle karşılıyor bizi. “Hayat sanattır. Sanat hayat. İkisini hiçbir zaman ayırmam (Life is art. Art is life. I never separate them).


 
 
 
 
 
 
Ai Weiwei’in sergisinde ağırlıklı olarak olağanüstü etkileyicilikte porselen çalışmalarının yanı sıra duvar kâğıdı ve fotoğrafları da yer alıyor. Porselenlerin eşsiz güzelliği ve mesajlarının yanı sıra renklerinin canlılığı, pozitifliği de beni etkiliyor......

 
 
 
 
 
 
 
SSM’de her sergi sonrası olduğu gibi, güneşi batırana kadar müzenin terasında bir fincan kahve ve bir dilim kek eşliğinde Boğaz manzarasıyla büyülenme zamanıdır artık....
 
 
 
 
 
 
 

Şehri İstanbul’da sabah akşam günün her vaktinde etkinlik çok, vakit az….

Şansıma bir seramik sergisi daha var….

2001 yılında okuduğum Ayşe Kulin’in biyografik romanı sayesinde tanıdığım ilk Türk kadın seramik sanatçısı Füreya’nın sergisi. Sanatçının bugüne kadar gerçekleştirilmiş en kapsamlı retrospektif sergisiymiş. Hem de restorasyonu yeni tamamlanan Akaretler ‘deki Sıraevler’deki 1.500 m2’lik alana yayılan galeride.

 
 
 
 
 
 
 
Sergide Füreya’nın ürettiği seramiklerle beraber fotoğraflar, kişisel eşyalar ve aile bireylerine dair bilgi ve belgeler de sunuluyor. 2001 yılında Füreya’yı okuduktan sonra ailenin diğer üyelerinden Şirin Devrim’in  “Şakir Paşa Ailesi” ve Nermidil Ernel Binark’ın “Şakir Paşa Köşkü” kitaplarını da okumuş olduğum için aile üyelerini iyi tanıyorum, hiç yabancı gelmiyor gördüğüm fotoğraflar ve hikayeleri….  
 
 
 
 
 
 
 

Hafta sonu boyunca güzelliklerle kendimi besledim, doldurdum, yenilendim ve Ankara’ya döner dönmez Füreya’nın Ulus Anafartalar Çarşısının girişinde yer alan dev seramik duvar panosunu arayıp buldum. Daha önce onlarca kez önünden geçmiş olmama rağmen fark etmemenin utancıyla seyrettim ve dokundum uzun uzun.....

Fotoğraf çektiğimi gören, gelen geçen insanlar hayretle bakarken umarım dikkatlerini seramiklerin güzelliğine çekebilmişimdir diye diledim…….

Hayat sanattır. Sanat hayat…..
 
 

 


 

3 Kasım 2017 Cuma

What If You Slept

.


Bir adam rüyasında Cennet'e gitse ve ruhunun gerçekten Cennet'e gittiğinin işareti olsun diye ona bir çiçek verseler ve sonra adam uyandığında bir de baksa ki çiçek elinde.

Ee? Peki ya sonra? 
Yıllar önce okuduğum Masumiyet Müzesi'nin  önsözünde yazarın kızına ithafen yazdığı satırlarda yer alan Samuel Taylor Coleridge’in bu dizeleriyle Hayal Kahvem’in 30 Ekim 2017 tarihli blog yazısında karşılaşınca, iki yıl önce bir arkadaşımın anlattığı yaşanmış bir olay aklıma geldi (kesinlikle gerçek bir hikaye, kitabı okurken henüz gerçekleşmemişti).....

  
Kadim arkadaşım Birnur’un amcası ve ailesi yıllar önce ABD vatandaşı olmuş, New Haven Connecticut'a yerleşmişler. Çocukları orada eğitimlerini tamamlamış, işe girip hayata atılmışlar ve farklı milliyetlerden ABD vatandaşı olan kişilerle evlenmişler.

Aile farklı din, gelenek ve kültürlere karışınca amca ve yengenin dini duygularında biraz karışıklık olmuş galiba ama yine de merak ediyor olacaklar ki; bir gün sohbet ederken "eğer öteki dünya varsa ve hangimiz önce ölürse  kırmızı bir gül göndersin" demişler.....
Gel zaman git zaman amca  ölmüş ve defnedildikten iki gün sonra bu ilginç olay yaşanmış.....
Yaklaşık bir saatlik mesafedeki Jersey City, Newyork’ta yaşayan arkadaşları sürpriz yaparak hafta sonu “amcanın öldüğünden habersiz” onları ziyarete gelmişler.
Gelirken de hediye olarak bir demet papatya getirmişler, fakat demetin içinde "bir tane kırmızı gül varmış" ve bunu gören yenge düşüp bayılmış.....

1 Kasım 2017 Çarşamba

İnsan İlişkileri Karmaşıktır

.



Hiç dikkatinizi çekti mi bilmiyorum?????

Bazen çok sinirlenip, gıcık olduğunuz halde bir türlü etrafınızdan uzaklaştıramadığınız birisi olmuştur mutlaka. İyi davranmadığınız halde size hiç kızmaz, tersine sizi yüceltir hatta gözünüze girmek için türlü şaklabanlıklar yapabilir hiç gocunmadan.

Eşit ve iyi davrandığınızda  ise bir anda gözünde sıradanlaşabilirsiniz, değeriniz  düşebilir, hatta “pısırık”, “hiç kalıbının insanı değil” ya da “oturduğu yeri doldurmuyor” diye sizin arkanızdan atıp tutabilir. İnanın abartmıyorum......
Emir kipiyle konuşulmasından haz etmeyen, hatta direk söze “sen” diye başlayanlardan hemen soğuyan ben, şaşırırım böyle dengesizliklere.... 

Neden bulamam, anlam veremem bu gurursuz davranışlara…..

Şöyle bir durup düşünün, okulda, işyerinde, bulunduğunuz çevrede çok sayıda bu tür ilişki görebilirsiniz. Arkadaş, komşu, sevgili, eş, kardeş, ebeveyn evlat, amir çalışan, ast üst….
 
 
 




 
Önce aman bir terslik olmasın ile başlayan alttan alma, tepkisizlik, tahammül, katlanma, kabul edilmiş çaresizlik giderek ne ara Stockholm sendromuna dönüşür anlayamayız….

Bazı ilişkiler ezen-ezilen, köle-efendi ilişkisine dönüşebilir. Öyle ileri gider ve çığırından çıkar ki aşağılanmak bile onlara sunulmuş bir nimet olarak algılanır. Hani vardır ya daha çok kadın erkek ilişkisinde kabul edilmiş çaresizlik örneği “döver de, sever de” dilemması….
 
Acaba ben yaptım mı, hiç düştüm mü bu trajikomik durumlara diye düşünürüm sonra, belki de yapmışımdır?????
Laf aramızda, herkesin kişisel tarihinde ayarı, dozu, derecesi, yoğunluğu farklı da olsa eziklik yapılan (hadi daha kibar olayım "alttan alınan") ilişkileri olmuştur. Mutlaka vardır birkaç anımız.....
Hatırlamak bile istemeyiz, inkar eder utanır, ne salakmışım deriz içten içe….   

İnsan ilişkileri karmaşıktır, anlamak veya çözmek çok zordur. İnsanın değil başkasını, kendisini bile gerçek anlamda tanıması çok uzun ve tamamlanmayan bir süreçtir.

Bu yüzden diyorum ki selam olsun iletişiminde her daim zarif, saygılı, anlayışlı, şefkatli ve insan gibi davrananlara…..
 

17 Ekim 2017 Salı

Teyze Kazağı

.
 
 


Benim ergenliğimde annem dahil onun yaş gurubu teyzelerde M. marka kazak takıntısı vardı. Özellikle “günlere” giderken M. marka kazak giymek bir statü simgesiydi.  
Renk renk birbirine benzer modelde kazaklarla “annemin gününde” kurumlu kurumlu oturduklarını hatırlıyorum.   
Hatta iyi hatırlıyorum, çünkü çaylar içilip çeşit çeşit pasta börekler yendikten sonra mutlaka bana tansiyonlarını ölçtürürlerdi ve itinayla kazaklarının kollarını sıyırırlardı….. 

Mecburi hizmet yıllarımda aynı iş yerinde beraber çalıştığımız yeni evli doktor arkadaşım Ela’da bilmem kaç tane M. marka kazağı olduğuyla övünürdü.....  
Ben o yıllarda bekar olduğum için henüz 23 yaşında ve İzmir’li bir kızın M. marka teyze kazağı giymesiyle dalga geçerdim….

İtiraf ediyorum, annem, annemin “gün” arkadaşı teyzeler ve doktor arkadaşım Ela’nın etkisiyle olsa gerek yıllar sonra 30’lu yaşlarımın sonlarına doğru benimde M. marka teyze kazağım olmuştu....

M. marka teyze kazağı son yıllarda eski statüsünü kaybetti sanırım, çevremdeki hiç kimsede göremiyorum, üstelik hepimiz teyze yaşına ermiş durumdayız. Artık teyzeler daha modern giyinip gençlerle yarışıyorlar…..
 
 
 

 
 
 

Sabah sabah nereden aklıma geldi “Ela ve M. marka teyze kazağı”…..

Bugün giymek için S. marka kazağımı ütülerken hatırladım bu kazak statüsünü ve ironik bir gülümseme kapladı yüzümü.
 
Artık akranım teyzeler S. marka kazak tercih ediyorlar. Daha modern model ve renklerde olan S. marka, sadece kazak değil bluz ve fularda satıyor üstelik.
 
Bazen S. markanın cep telefonundan mesaj atarak haber verdiği ucuzluk günlerinde mağazalarında iğne atsanız yere düşmeyecek kalabalıklar oluyor….

Ben bu markanın dokusunun yumuşaklığını ve iki isimli markasının baş harflerini minik parlak taşlarla kol veya etek ucuna işlemesini beğeniyorum.

Teyze kazağında marka ile statü tutkusu, kuşaklar boyu  devam ediyor anlaşılan….

 Bu da böyle nostaljik bir yazı oldu işte......

 

16 Ekim 2017 Pazartesi

Öğrenmek İçin Her Yaş Güzeldir

.
 
 
 
 
 
Sadece kendimden sorumlu ve zorunlu olduğum “okul yıllarının” ardından bolca sorumluluk içeren “çocuk da yaparım kariyer de” süreci, gençliğin enerjisi, coşkusu ve hırsıyla adeta gözü kapalı bir şekilde dört nala hızla geçtikten sonra şöyle ağız tadıyla, seve isteye bir şeyler öğrenme yaşındayım artık…..

Mesleki kariyerime bir katkısı olacağı hesabı yapmadan ALES, YDS, Yökdil gibi bilumum sınavlara giriyorum ve bu yıl ikinci doktora programına başladım, bitirince kaç yaşımda olacağımı hiiiiiç düşünmeden….

Ayrıca bitirmem de gerekmiyor ki zaten…..

Benim için önemli olan, heyecanlandıran ve keyif verenin “öğrenci olabilmek, yeni bir şeyleri araştırmak” olduğunu keşfettim çünkü.

Çünkü hoşuma gidiyor öğrenci sıralarında oturup benden daha çok bilgi sahibi kişilerle konuşup tartışmak.

Çünkü bildiklerimin üzerine bir bilgi daha eklemek beni mutlu ediyor vs….

Çevremdekilerin “yine mi sınav, yine mi ders, yine mi kurs” tepkisi karşısında kendimi sorgulamam mı lazım diye bir an duraksadım, sonra bu soruyu bir de google’a sorayım bakayım dedim, “sürekli öğrenme duygusuyla dolanmak” acaba ne menem bir şeymiş diye….
 

 
 
 
 
 
 

Bir kere öğrenmenin yaşı yokmuş, Atalarımızın sözü!

Konfüçyus “Kişi her gün yeni eksiklerini bulup ortaya çıkarabiliyorsa ve her ay ustalaştığı konuları aklında tutabiliyorsa, onda öğrenme tutkusu vardır diyebiliriz,” Richard Bach “Kimse sizi öğrenmeye zorlamaz. Siz istediğinizde öğreneceksiniz,” Alfred Mercier “zevkle öğrendiğimizi, hiçbir zaman unutamayız,” George B. Shaw “deneyimden daha güçlü bir öğretmen yoktur; ama öğrenme isteği olmadıkça, deneyimden hiçbir şey öğrenilemez” demişler.
Bir Çin atasözü ise “öğrenmek, akıntıya karşı yüzmek gibidir, ilerleyemediğiniz takdir de gerilersiniz,” diyor…….
 
Sevgili Peygamberimiz “ilim tahsil etmek kadın erkek her müslümana farzdır ve özlü bilgi müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır” diye buyurmuşlardır.

Danimarkalı filozof Grundtvig, sadece bir meslek ya da kariyer amacıyla değil manevi tatmin için bireylerin yaşam boyu eğitime katılmaları gerektiğini savunmuş.

Milli Eğitim Bakanlığımızın da “Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü” var, ismine hayran olduğum….
 
Sonuç olarak “her yaşta eğitilebilir” ve “öğrenen” olabiliriz…..


 

26 Eylül 2017 Salı

Karamsar, Endişeli

.

 
 
 
 
Sınırlı sayıdaki blog okuyucularımdan bazıları ile yaptığım yüz yüze görüşmelerde yazı içeriklerimi genellikle üzgün, mağdur hatta ezik olduğum konularda seçtiğime dair eleştiriler aldım……  

Bir Hayalci’ye hiç yakışmıyormuş……

Teşekkür ettim, yazılarımı dikkatli okudukları için.

Refleksif olarak "yok canım" dedim önce. Sonra merakla göz attım, radar gibi taradım yazdıklarımı. Bazılarında ajitasyon dozunu bir miktar kaçırdığım doğrudur ancak demek ki yazarken o denli duygu yüklüymüşüm diye düşündüm, ne de olsa yengeç burcuyum..... 
 
 
 
 
 
 

Karamsar ve endişeli olmak tüm dünyada yaşayan insanların doğal hali oldu son yıllarda. Dünyanın dört bir yanında yaşanan terör saldırıları, insanların güvenlik duygusunu alt üst etti, artık dünyanın hiç bir yeri güvenli değil....

Hiç kimse kalelerle çevrili gül bahçelerinde yaşamıyor artık...... 
 
 
 
 
 
 
Bilgiye, habere, görüntüye, internet ve TV kanalları sayesinde anında ulaşma imkanı var.  Özellikle elinde herhangi bir akıllı telefon olan amatör kişiler tarafından çekilip sosyal medyada servis edilen görüntülerin dehşeti tüm insanların üzerinde kabus gibi olumsuz etkiler bırakıyor.....

Geçen hafta tatil için gittiğim bir avrupa şehrinde bile üç ayrı yerde gösterilerle karşılaşınca pes dedim ve birbirinden nefis yemekleri yemeğe vurdum kendimi....

Kalorisi, yağı, tuzu, şekeri kaç diye hiiiiiç düşünmeden….
 
Böyleyken böyle…..
 
 


 
 
Bloğumun nadide, kıymetli ve sevgili okuyucuları; eleştirilerinizi dikkate alıp yazılarımı daha az karamsar, endişeli, daha çok keyifli ve umutlu konulardan seçmeye çalışacağım desem mi acaba???????
Bu sefer lafımı fotoğrafla da olsa tatlıya bağladım en azından. Eleştirileriniz ve yorumlarınız için tekrar teşekkürler……
 
 
 


7 Eylül 2017 Perşembe

Sade, Yalın, Mütevazı ve Zarif Olabilme Halleri



Simplexity (Simple+Complexity)






İkibinli yılların başında eşimin eğitimi dolayısıyla bir süre Amerika’nın Baltimore şehrinde yaşamıştık.  Oturduğumuz sitedeki güler yüzlü ve misafirperver Japon komşularımızla iletişimimiz arttıkça sade yaşam biçimleri beni çok etkilemişti. Ev eşyaları, giysileri, günlük alışkanlıkları gösterişsizdi ama kullandıkları her şeyin fonksiyonel ve kaliteli olduğu  dikkatimi çekti zamanla.

Yaklaşık 6 ay ile 2 yıl arasında değişen sürelerle lisansüstü eğitim için çeşitli ülkelerden gelen site sakinleri (biz dahil) ikinci el otomobil ile ulaşım sorununu çözmeye çalışırken Japonların tercihi istisnasız sıfır kilometre otomobildi. Burada amaç olası arızalarla vakit harcamamaktı, hava atmak filan değildi tabii ki. Kısa süreliğine geldikleri bir ülkede alışkanlıklarını terk etmemek için gözlerini kırpmadan duvar piyanosu bile alabiliyorlardı….

Biraz araştırınca öğrendim ki, bu minimalist yaşam felsefesiymiş.....

İlk insanlar, avcılık ve toplayıcılıkla geçindikleri için belirli bir yere bağlı olarak yaşamıyorlarmış. Tarımla birlikte belirli bir yere bağlı olarak yaşamaya ve daha sonra endüstrinin gelişmesiyle her şeyi biriktirmeye başlamışlar. Toplayıcılık ve seyahat etme huyumuz çok eskilere dayanıyor yani……

Ancak insanoğlu açgözlülüğüyle hayatını gereksiz şeylerle tıka basa doldurup daral gelince zamanla sade, yalın, açık, kolay, hafif, mütevazı olmanın daha değerli olduğunun farkına varmış. Kişi sadece kendisine değer katan etkinlik ve eşyalara hayatında yer açtığı takdirde dinginlik ve mutluluğa erişebiliyormuş meğerse….








Doğayla baş başa, ergonomik, hayatı kolaylaştıran, abartıdan gösterişten uzak ancak son derece keyifli ve ille de içinde gizlenmiş bir kalite detayı barındıran sade bir yaşam sürmeyi tercih edenleri son bir kaç yıldır yaptığım Norveç ve Bodrum Gümüşlük tatillerimde gözlemliyorum.

Gözlemlerimden doğal olarak etkilenip sadeleşmeye çalışıyorum artık.....

Sade bir hayatın tanımı, herkes için farklı olabilir. Bence “sade hayat felsefesi” demek “gönüllü olarak seçilen bir yaşam biçimi, bir bakış açısı, bir duruş” demek…..

Hayatımız üzerinde baskı oluşturan her şeyin, dozunu/yükünü azaltarak kendi istek ve alışkanlıklarımıza saygı duyabilme, değer verebilme başarısı demek….

Çevremizdeki hiçbir canlıya zarar vermeden, kadın erkek eşitliğine, çocuk ve yaşlı haklarına saygılı, hayvanlara ilgi gösteren, huzurlu ve dingin bir iletişim içinde yaptığımız her işi yararlı ve zarif biçimde yapma halidir……




 


En iyisi birkaç madde halinde sıralayayım;

-      Başta eşiniz, mesleğiniz ve çevrenizde bulunan insanlar kendi seçiminiz, tercihiniz olmalı. Yaptığınız her şeyin en az % 90’ını severek, isteyerek ve keyif alarak yapabilme imkanınız/şansınız bulunmalı, çünkü yaptıklarımızın duygusal bir anlamı olduğunda, sevdiklerimiz ve güvendiklerimizle paylaştığımızda kendimizi daha hafif hissederiz.

-      Hayatınızı kolaylaştırmak, aradığınızı her zaman yerinde bulabilmek için kullandığınız eşyayı aldığınız yere koyma alışkanlığı kazanmalısınız. Obsesif- kompülsif olmadan derli toplu, düzenli yaşayabilirsiniz…..

-      Çevreye zarar vermeden üretilmiş, dayanıklı eşyalar seçmeli, teknolojiyi esiri olmadan kullanabilmelisiniz.

-      Bazen “hayır” demeyi bilmeli, omuzlarınıza gereksiz yük almamalı, içinde olmak istemediğiniz bir durumdan kurtulabilmelisiniz.
 
-      Başkalarını memnun etmek ya da gösteriş yapmak için katlanmak zorunda olduğumuz “topuklu ayakkabılar, dar, rahatsız, çabuk buruşan ve aşırı ciddi giysiler, abartılmış kibarlık, yağcılık halleri, mış gibi tavırlar, ergonomik olmayan gösterişli mobilyalar, işe yaramayan, gereksiz ev aksesuvarları, belki bir gün işe yarar düşüncesiyle istiflenip evimizi daraltan, çöp eve çeviren her şeyi” hayatımızdan çıkarabilmeliyiz.   

-      Az ve öz konuşmayı, gerekmiyorsa konuşmamayı denemelisiniz. Suskunluk, sessizlik kendimize sunduğumuz bir ödül olur bazen. Keyifli bir kenarda oturup kendimizi ve sessizliği dinleyip sükutun altın huzuruna erişelim…. 

-      Bazen zorlamamak ve işleri oluruna bırakmak gerekebilir, ne demişler “baktın olmuyor bakmayacaksın, fazla kafaya takmayacaksın”.
 

Bilmem anlatabildim mi.....